Yaprakların düşerken çıkardıkları sesin müziğini duyan adam Evgeny Grinko

Oradaydık

Yazı: Onursal Yazman
Fotoğraflar ve video: Cem Gaygusuz

Yaprakların hüzünlü düşüşüne daha var ama ağustosu da geride bıraktık işte. Bugün 1 Eylül ve nasıl da pazar gününe denk gelmiş… Sanki hemen yarın okullar açılacak, işlere gidilecek, yaz ile ilgili her şey tek bir geceden sabaha doğru sona erecek gibi hisler yok mu sizin içinizde de?

Ruh halim sonbaharı çoktan karşılamışken bu yaz da “o konser senin bu festival benim, dalından düşmüş yapraklar” gibi rüzgârın estiği yönde uçuştuk durduk. Ancak bir konser vardı ki, üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçmiş olsa da ondan bahsetmeden 2019 yazını tam anlamıyla kapatmış sayılmayız.

Konserden sadece iki gün önce, İstanbul’un en güzel vadisi Maçka-Dolmabahçe’nin hemen aşağısında, UEFA Süper Kupa Finali oynanmıştı İngiltere’nin Liverpool ve Chelsea takımları arasında. Tüm zamanların en iyi futbolcularından Pele’ye göre, “maç izlemek için en güzel konumlu ve manzaralı stad” dediği yere öyle yakınız ki bu konserde. Vadinin hemen yukarısındaki Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’ndayız. Günlerdir yaprak dahi kımıldamayan ama artık yavaş yavaş akşamları püfürdeyen bir yaz akşamında.

16 Ağustos günü telefonuma “Bu gece Evgeny Grinko konserine misafirim olursan çok sevinirim” diye bir kısa mesaj esti önce. Uzun zamandır istiyordum Rus besteci, piyanist, gitarist ve davulcu Grinko’yu canlı izlemeyi. Daveti yapan kişi de biliyordu bir türlü takvimimde denkleştiremediğimi. Bu kez kendisi de çok heyecanlıydı. İlk kez getirdiği bir sanatçı Harbiye Açık Hava’nın sahnesine ayak basacaktı çünkü. Evet, Grinko’yu Kasım 2013’te Türkiye’ye ilk getiren, beni misafir etmek istediği bu son etkinlik dahil olmak üzere yurdun dört bir köşesinde 19 farklı yerleşim yerinde tam 33 kapalı gişe Evgeny Grinko konseri düzenleyen, kendisiyle birlikte turneleyen, daha büyük prodüksiyonlarla çalışmasını sağlayan, organizasyon firması Moodlive’dan Erdem Çapar idi davetin sahibi.

“Elbette gelirim” dedim ve hiç zaman kaybetmeden kalktım Şile’den İstanbul’a doğru yola koyuldum. Bir süre sonra bir mesaj daha geldi, “çift misin” diye soruyordu. Herkes tatildeydi. Bu kadar kısa sürede kimseye ulaşamazdım. Bazen de yalnız olduğuna sevinir ya insan. Devam ettim İstanbul yoluma. 

Cemil Topuzlu’da sayısız konser izleyerek büyüdüm: Lanethli Konserler, Bob Dylan, Joan Baez, Jethro Tull, Ben Harper, Loreena McKennitt, Lou Reed, PJ Harvey, Tori Amos, Leonard Cohen… Sahnede olan bitenle bütünleşebilmenin büyüsüne ilk orada kapıldım. Dünyadan bir süreliğine kopmak için iyi bir konser izlemenin yeterli olduğunu ilk orada deneyimledim. 

Yedi yıl önce Dead Can Dance, “Anastasis World Tour” kapsamında İstanbul’a geldiğinde, zaman durmuştu benim için o tiyatronun basamaklarında tam 19 Eylül’de. Anastasis’in o müthiş Doğu Akdeniz dokusu ve Yunan-Türk folklorik evliliği bir yana, “dünyanın en hüzünlü şarkısı” Tim Buckley başyapıtı “Song to the Siren”in olağanüstü bir yorumunu dinledim ya ben o gece! Kaç yaprağı daha kalabilir ki insanın, o şarkıdan sonra dökebileceği yüreğine?

Konsere giderken bunları düşündüm. “İstanbul’da kent belleğinin ve kültür mirasının sonraki kuşaklara aktarılmasında başrol oynayan en önemli yapı simgelerinden biri de Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’dur”, diye. 

Davetli girişinin önünde bir masa vardı. Başında Pit Pro’dan Kaan Göksal oturuyordu. Son bir yıldır en sık rastladığım sahne ve sahne gerisi çalışanlarından birisi kendisi. Adımı söylememe fırsat dahi vermeden davetiyemin olduğu zarfı uzattı. Teşekkür edip yerimi bulmak üzere içeriye geçtim. 

O gece Açık Hava’da, klasik batı müziğini new age ile harmanlayan, piyanonun dramatize dillini en yoğun biçimde kullanarak orijinal soundtrack tadında bestelerle dinleyicisini oradan oraya savuran, farklı türlerden beslenmeye ve coğrafi ezgilere yer vermeye olabildiğince önem veren, yeri geldiğinde “crossover” ama daima çok zarif bir piyanist ve de piyanistlerine harikuladelikle eşlik eden bir orkestra izledim. Grinko, bazı şarkılarda piyanosunun başından kalktı orkestrasının hemen yanına oturdu, gitarını aldı eline. Ve en sonlara doğru da davul setinin başına geçti. Ağzına kadar dolu Açık Hava’da hüzün de yerini biraz olsun coşkuya bıraktı. 

Yakınlardaki otokontrolsüz ve umursamaz bir eğlence mekânından bangır bangır bir gürültüye maruz kalmasına karşın adeta Erik Satie yalınlığında piyanosunun tuşlarına zarifçe basarken sahnedeki minimalist duruşu ve bozulmayan konsantrasyonuyla her geçen dakika devleşmesine hayran kalmamak elde değildi Evgeny Grinko’nun.

Ve pek tabii, “İstanbul’un en güzel, en yeşil vadisi” diye övündüğümüz lokasyonda, kentin kültür-sanat ve fuar merkezinde dahi medeniyete aslında ne kadar uzak olduğumuzu bir kez daha anladım.

Benim için Grinko’nun müziğindeki hüzün kadar derin bir konu bu. Konserden sonra kendisine bunu sorma fırsatı buldum.

Şöyle yanıt verdi Evgeny:

“Biz de konserin son bölümünde bayağı bir patırtı yaptık hani. Umarız kimseyi rahatsız etmemişizdir.”

Tags: , , , , , , , , , ,

İlginizi Çekebilir

Barış Demirel, Da Poet ve Kamufle ortaklığındaki yeni parça “Ofsayt” yayında!
Bir Baba Indie Lokal #17 | Yavuz Hakan Tok

Yazar

Bize Katıl!