Titanic Batarken…

Gönül İşi

Titanic filmini çocukken izlemiştim. Gemi batarken enstrümanlarını çalan müzisyen amcaları anlayamadığımı, gözlerimi kapatıp kaçmalarını istediğimi, onlar için korktuğumu hatırlıyorum. Bugün, toplumla beraber yaşadığım hezeyanlar içinde aklıma geldiklerinde, yıllar önce içimde onlar için duyduğum endişe yerini saygıya bıraktı. Orda varolma amaçlarını, yok oluş karşısında bir Nearer, My God, to Thee yorumuyla kutsallaştırmışlardı.

Bugün ise, bu toplumsal depresyon içinde müziğin varoluş sancıları gözlerimi dolduruyor. Eski film sekanslarında robot yürüyüşlerle hem gerçek hem de gerçekten bir o kadar kopuk insanlar gibi müzik. Felaket zamanlarında hiç de cici olmayan işlevleri ortaya çıkarılıyor, susturuluyor. Müziğin sesini yükseltmek istediğimizde hissetmemizi istenen suçluluğu, daha ne kadar üzerimizde taşıyabileceğimizi bilmiyorum. Ama bir düşünceye, bir duruşa, bir ideolojiye ya da bir acıya saygı göstermek için en gerçekçi ve barışçıl hatta en içgüdüsel yolun sanat olduğunu biliyorum. Çünkü insana ait olan herşey, sanata da ait. Müziğe sarılmak bir normalleşme çabası için kafa dağıtmanın ötesinde, insanın kendine dönmesi… Çünkü biz uzaydaki noktalar, hala acı çekiyoruz, hala savaşıyoruz, hala ölüyoruz ve hala nasıl oluyorsa seviyoruz. Ve sadece bir nokta diyor ki; bireysel, çevresel, toplumsal olarak yaşadığım herşey beni oluştururken, ben’in dışavurumlarını yaşadığım herhangi bir anın nasıl dışına atabilir, nasıl ötekileştirebilirim? Ama farkında olmadan yaptım. Resmen bir sübliminal. Uzaklaştım. Sonra baktım, varoluşundan uzak bir kadın aynaya bakıyordu. Selam verdim. O an yaşananlara geri dönüp, sokaklar insanların o haline(!) tanık oluyorken, bütün dünyada Schubert’in bitmemiş senfonisi çalsın istedim.

Ve Titanic, çoktan sular altındaydı.

Tags: , ,

İlginizi Çekebilir

Regina Spektor’un yeni albümünden tadımlık: “Bleeding Heart”
BBI YERLİ #38 | “Ancak ve Ancak”

Yazar

Bize Katıl!