Khruangbin’i neden “dünyalar kadar” seviyoruz?

Sanatçı İncelemeleri
Laura Lee (bas), Mark Speer (gitar) ve Donald “DJ” Johnson’dan (vurmalılar) oluşan Teksaslı grup Khruangbin, ikinci uzunçalar albümü “Con Todo El Mundo”yu 26 Ocak’ta yayınladı. 2015 tarihli ilk LP’si “The Universe Smiles Upon You” ile gelecekte yöneleceği frekansların sinyalini verdiğini düşündüğüm grup, beni şaşırtmadı. Khruangbin akmış, yolunu bulmuş.

The Universe Smiles Upon You‘nun başarılı bir ilk albüm olduğunu inkar edemeyeceğim; fakat yine de ilk albümü grubun müzikal yolculuğu adına ayakları yere basan bir arayış dönemi olarak yorumlamayı tercih ediyorum. Con Todo El Mundo ise Laura Lee‘nin dedesinin kendisine hep İspanyolca sorduğu “¿Como me quieres?” (“Beni ne kadar seviyorsun?”) sorusuna kabul ettiği yegâne yanıttan geliyor: “Con Todo El Mundo” (“Dünyalar kadar”). Bu topraklarda birçoğumuzun çocukluktan aşina olduğu bir soru ve onun klişe yanıtı Khruangbin’in dünyadaki her türlü sesi kutsayan bu albümüne son derece uygun tınlıyor. Zira hakikaten de Khruangbin’in “Con Todo El Mundo” albümüne ilham veren dünyalar kadar ses, melodi, şarkı, müzisyen, hikaye ve coğrafya var. Bana kalırsa Khruangbin’in yarattığı kendine has sound ile kısa sürede dünya çapında geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmasının temelinde, esinlendiği müzik türlerinin geleneğine hakim olmak için gösterdiği çaba yatıyor. Zaten Khruangbin de müziğinin dinleyici tarafından algılanmasını bu gelenek çerçevesinde yürütmeyi bilhassa tercih ediyor.

Köklere Dönüş

Khruangbin’in Spotify hesabını takip edenler, grubun kendi hazırladığı “Flight 505 to Kingston”, “Flight 428 to Tehran”, “Flight 519 to Rio de Janeiro” gibi dünyanın farklı köşelerinden müzikleri bir araya getiren playlist’leri fark etmişlerdir. Elbette bu listelerin arasında Şenay, Rüya Çağla, Sezen Aksu, Esin Afşar, Erkin Koray, Osman İşmen gibi isimleri içeren bir “Flight 609 to Istanbul” listesi de mevcut. 2016 senesinde İstanbul’u ziyaret eden grup, bu toprakların seslerine de kayıtsız kalamamış. Hazırladıkları listelerde ne kadar derine inebildikleri tartışmalı olsa da farklı coğrafyaların müziklerini keşfetmek ve paylaşmak için duydukları açlığı değerli buluyorum.

Nasıl ki müzisyenlerin ortaya yeni sesler çıkartabilmek için önce kökleri özümsemeleri gerekiyorsa, dinleyicilerin de duydukları yeni sesleri sindirebilmeleri için önce kökleri öğrenmeleri gerekiyor. Khruangbin bu gerekliliğin bir hayli farkında. Yani tüm o listeler, esinlendikleri isimlere bir saygı duruşundan veya bir PR kampanyasından ibaret değil. Birlikte bir uçuşa çıkıyoruz ve Khruangbin nereye varmak istediğini iyi biliyor. Bize de uğradığı durakların bir haritasını bırakıyor ki varacağımız bir sonraki istasyona ısınarak hazırlanalım. Yazının başında belirttiğim gibi, Khruangbin’in yolda bıraktığı ekmek kırıntılarını takip etmeyi bilenler için şu ana kadar bize pek de sürprizli bir yolculuk yaşattıkları söylenemez. Boşa kürek sallayarak yapılan müzikal arayış hallerinin aksine bu sağlam çizilmiş rota, grubun müziği adına daha da çok heyecanlanmama sebebiyet veriyor.

Uçuştan Uçuşa

Tay dilinde “uçak” anlamına gelen Khruangbin, müziğiyle olduğu kadar diğer yaratıcı içerikleriyle de ismiyle bütünlüklü bir konsept oluşturmayı başarıyor. Grubun merch’lerini bulabileceğiniz web sitesinde “AirKhruang Duty Free” tabelası sizi karşılıyor. “Con Todo El Mundo” albümünün yayınlanmasını kutlamak için ise Khruangbin şu adreste saniyeler içinde size özel bir yol playlist’i hazırlıyor. Varış noktanızı seçtikten sonra sizin için en doğru playlist’i hazırlayabilmek adına uçuşunuza dair birkaç soru yöneltiyor: Pencere kenarı mı yoksa koridor mu? Kahve mi yoksa çay mı alırdınız? Tercihiniz birinci mevkiden yana mı olurdu yoksa ekonomide yolculuk etmeyi mi yeğlerdiniz? Son olarak, direkt uçuş mu, aktarmalı mı? Bu dört soruya cevap verdikten sonra, Khruangbin bu defa da yalnızca size özel bir Spotify listesiyle çıkageliyor. Listeniz uçuş süresinden uzun olduğu için olası rötarlara karşı da hazırlıklısınız. Listelerin cazibesine kapılıp ben de kendime birkaç uçuş rotası belirledim. Kalkış noktası İstanbul olunca haliyle listeler de pek şenlikli. Rana-Selçuk Alagöz‘den Malabadi Köprüsü ile başlayan ilk listemde Ahmed Fakroun, Tim Maia gibi tanıdık isimler bana göz kırparken bir diğer listemde Sezen Aksu, NEU! ve Camel birbiri ardına denk geliyor. Listeye dikkatlice bakınca yolculuğun en hülyalı anları için eklenmiş olduğunu tahmin ettiğim bir parça görüyorum: Erkut Taçkın‘dan Mühür Gözlüm.

“Khruangbin” isminin grubun müziğini şekillendiren dünyanın dört bir yanındaki sesleri simgelemesi boşuna değil. Her ne kadar Laura Lee, Mark Speer ve Donald “DJ” Johnson‘ı bir araya getiren 60 ve 70’li yılların Tay funk kasetleri olsa da grup üyelerinin her birinin farklı ve zengin müzikal zevkleri var. Mark Speer’ın keşfettiği Monrakplengthai isimli blog’da bulunan sayısız Tay kasetinin kayıtlarını dinleyerek Khruangbin müziğinin oluşumuna yön veren grup, ikinci albümünde farklı yönlere doğru sürüklendiğini ifade etse de ne zaman ilhama ihtiyaç duysalar temel kaynakları olarak gördükleri Tay kasetlerine geri döndüklerini belirtiyorlar. Grubun üç üyesini de çatısı altında birleştiren türler soul ve R&B; fakat bunlardan farklı olarak Laura pyschedelic müziğe, dub reggae’ye ve groovy Fransız popuna meraklı (Serge Gainsbourg’un ismini röportajlarda sık sık anmayı ihmal etmiyor). Mark dünyanın dört bir yanından gelen her türlü sese iştahla kulak kabartıyor: Etiyopya, Tayland, Jamaika, Yakın Doğu… DJ ise aslen gospel kökenli ve şu anda hip-hop ve rap müzik prodüksiyonuyla iştigal ediyor.

Last Night A DJ Saved My Life

Hatırı sayılır bir müzikal çeşitliliği arka planında barındıran Khruangbin’in canlı performanslarına dair dikkatimi çeken önemli bir özellik ise performanslarını adeta bir DJ set gibi kurgulamaları. Yükselişler, düşüşler, seyirciyi dinlendirdiği anlarda bile kitlenin dikkatini canlı tutmakta ustalaşmış bir DJ’i hatırlatıyor. Ya da çıktığı en yüksek rakımdan inişe geçerken yere çakılmadan, huzursuzluk hissi yaratmadan, kaymak gibi inen bir pilotu. Laura Lee, 4 yıl yaşadığı Londra’nın müzikal anlamda kendisine kattığı en büyük kazanımın DJ kültürüne kendisini kaptırmasına imkan tanıyan ortamı olduğunu belirtiyor. Londra’daki vaktinin kayda değer bir kısmını partilerde ve festivallerde geçiren Laura, DJ’lerin set akışlarını nasıl kurguladıklarını, dinleyiciyi bilinçli (veya bilinçdışı) bir şekilde ellerinde tutmayı nasıl başardıklarını inceleme fırsatını bulmuş. Laura’nın gözlemlerinin etkisini Khruangbin’in canlı performanslarında hissetmek mümkün. Konser esnasında seyircinin dikkatini canlı tutmanın giderek zorlaştığı bir çağda grupların setlist’lerini ve genel anlamda canlı performanslarının akışını kurgularken başvurmaları gereken faydalı kaynaklardan birisi ve hatta en zengini de bittabi DJ kültürü. Bu hazineye erken uyanan gruplar bugünlerde sahne ışıklarını üzerlerine çekmeyi daha hızlı başarıyor. Khruangbin’in sold out konserlerle dolu uzun turnelerinin başarısı tesadüf veya şans eseri değil.

Marifet eklemekte değil, çıkarmakta

“Yalınlık Khruangbin’de işimize yarıyor. Yaptığımız müzikten şüphe duyduğumuzda bir şeyler eklemektense genellikle bir şeyler çıkarıyoruz.” diyor Laura Lee. Tam da müzisyenlerin şiar edinmesi gerektiğini düşündüğüm bir noktaya parmak basıyor. Yerini bulamamış öğeleri bir yerlere sokuşturmak için müziği kanırtmaktansa çıkarıp nefes aldırmak gerektiğini hissetmişimdir hep. Sadelik dışarıdan her ne kadar kolay görünüyorsa ona erişmesi de bir o kadar meşakkatli.

Vokallere minimal ölçüde yer veren enstrümantal bir grup olan Khruangbin’in tüm üyeleri başlangıçta vokal yapmaktan bir hayli çekiniyormuş.  Dinleyicinin ilgisini sözlerden ziyade müziğe odaklamasını sağladığı için enstrümantal müziği çok sevdiğini söyleyen Laura Lee, dinleyicinin müziğe odaklanmayı zaman zaman ıskaladığını ekliyor. Sözler oyundan çıkartıldığında ise müziği dinlemek farz oluyor. Laura Lee, enstrümantal müziğin belli bir dile ait şarkı sözleri barındırmadığı için taşıdığı evrensel niteliği de seviyor.

Grubun ikinci albümü “Con Todo El Mundo” da yine vokallerden asgari düzeyde faydalanan, Tay funk sularından Orta Doğu rüzgarlarına yelken açmış bir keşif diyarı. Çocukluğundan itibaren piyano ile haşır neşir olan, bas çalmaya ise Khruangbin’in hemen öncesinde başlayan Laura Lee, ilham aldığı dub reggae hissiyatını Khruangbin’in müziğine taşıyor. 20 yaşındayken insomnia’dan muzdarip olduğu gecelerde herkes uykudayken Roots Radics parçalarını dinleyerek sessizce baslarını çalmaya çalışan Laura Lee’nin Khruangbin parçalarında kurduğu dub baslarından oluşan iskelet, bütünü oluşturan sağlam parçaların kanımca en kuvvetlisi.

Speer’a göre, rotasını arayan Khruangbin denkleminde yalnızca üç sabit var: “Funky davullar, dub baslar ve melodik gitarlar”. “Con Todo El Mundo”da ise bu karışıma Orta Doğu dolaylarından yeni öğeler ekleniyor. Kendi adıma ilk albümdeki dream-pop’a yakın duran sound’tan sonra ikinci albümde yarattıkları sound’un daha eklektik ve doyurucu olduğunu söyleyebilirim. “Con Todo El Mundo”nun üretim sürecinde Mark Speer’ın en çok dinlediği isim İranlı pop star Googoosh olmuş. Speer, kendisi gibi başka dinleyicilerin de birtakım İngilizce şarkı sözleri duymaksızın da dinledikleri müziğe kendilerini kaptırabilmeleri fikrinden büyülenmiş, ikinci albümde gitarıyla yapmayı hedeflediği şey bu olmuş. Johnson ise ilk albümün yayınlanmasının ardından çıktıkları kapsamlı turneler ile çaldıkları açık hava festivallerinin Khruangbin üzerindeki etkisini ikinci albüme yansıtmak istediklerini belirtiyor. İkinci albümün mix’lerinde kick’lerin ilk albüme kıyasla daha baskın olması, festivallerde seyirciyi dansa davet etmeye duydukları istekten ileri geliyormuş.

Şarkılar çalanın telinde, söyleyenin dilindedir

Altın Gün

Son dönemde dünya çapında özellikle 60’lı ve 70’li yılların psychedelic Türkçe müziklerine yönelik yükselen ilgiyi bir milliyetçilik meselesi haline getiren yorumlara rastlıyorum. Bağlamadan etkilenerek yazdığı “Flying Microtonal Banana” (2017) albümüyle Türkiye’deki dinleyicilerin ilgisini çeken Avustralyalı grup King Gizzard & The Lizard Wizard ve Türkçe türkülere  psychedelic yorumlar getiren Hollandalı topluluk Altın Gün geçen mart ayında birbiri ardına konser vermek için ülkemizi teşrif edince entelijansiyamız da sosyal medyada huzursuzluğunu dile getirmekten geri kalmamıştı: “Bizi bize bizle anlatıyorlar”, “Kendi müziğimizi yabancılardan dinliyoruz!” minvalindeki paylaşımlar sosyal medya ahalisinin de beğenisini toplamıştı. Bu tepkiler özünde saf bir “kendi köklerimizi keşfedelim, türkülerimize/bağlamamıza hak ettiği değeri vermeyi ihmal etmeyelim” hissinden doğmuş gibi görünse de icra edilen müziği müzisyenin milliyetini baz alarak değerlendirmek son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir bakış açısı. Şayet dünyanın bir başka köşesinde “bizim” müziğimizden etkilenerek üreten müzisyenler varsa, bu kişilerin milliyetlerini öne sürmek suretiyle yaptıkları müziğe burun kıvırmak haddimize düşmez. Ayrıca “yabancıların” “bizim” müziğimizi çalmasını küçümsemenin “yerli müziğe sahip çıkmak” gibi bir izahı da kabul edilemez. Kaldı ki Erkin Koray’ı ve Neşet Ertaş’ı dinleyip seviyor olmamız Altın Gün’ü de dinlememize ve takdir etmemize engel değil. Söz konusu “müzik” olduğunda diğer alternatifleri dışlayan birtakım seçimler yapmak gibi bir mecburiyetimiz yok.

Khruangbin ise dünyadaki hiçbir sesi dışlamayan, kapsayıcı sevginin şifresini çözmüş bir ekip olarak Karayipler’den Tayland’a, İran’dan Fransa’ya, Jamaica’dan Etiyopya’ya kadar etkilendiği sesleri müziğine katıp yeniden var ediyor. Eğer ki yukarıda bahsi geçen tartışmalardaki gibi herkes “kendi” müziğini “kendi” coğrafyasında ikamet eden müzisyenlerden dinlemekte ısrarcı olsaydı, Khruangbin’in müziği de şimdi olduğu gibi dinleyici kitlesini günden güne artırmaya devam edemezdi. Gök kubbe altında üretilmiş her ses bir bakıma dünya kültür mirasının parçası sayılır. Khruangbin örneğinde olduğu gibi, müzisyenler, içine doğduğumuz veya hiç gitmediğimiz diyarlarda doğmuş sesleri bir arayagetirip yeni sesler üretmekte alabildiğine özgürdür. Şarkılar kimsenin tekelinde değildir; yalnızca onları çalanın telinde, söyleyenin dilindedir.

Khruangbin dünyanın seslerini kendi duyduğu noktadan yeniden üretmek üzere çıktığı yolculukta beslendiği kaynakları dinleyicilerinden saklamıyor, yol haritasını adım adım paylaşmayı ihmal etmiyor. ABD dışındaki dinleyicileriyle kısa sürede kurduğu tutkulu iletişimde dolaştığı coğrafyalara selam etmesinin payı yadsınamaz. Albümün ilk parçası “Cómo Me Quieres”, Sezen Aksu’nun 1984 tarihli “Sen Ağlama” albümünün hit’lerinden “Geri Dön” parçasına selam çakıyor. Biz Khruangbin’i dinliyoruz, Khruangbin tüm dünyayı dinliyor. Khruangbin bizi görüyor, artık bize düşen de Khruangbin’in uçağına atlayıp dünyayı kuş bakışı görebilmeyi denemek. “Bizim” müziğimizi sahiplenirken geriye kalan her şeyi dışladığımız o dipsiz kuyuya düşmeden müzik dinlemeyi ve müziği değerlendirmeyi öğrenmek.

Tags: , , , , ,

İlginizi Çekebilir

Chromatics’in Beklenen Albümünden Müjde ve Yeni Video!
BBI Yerli #70 | “Trubadoor”

Yazar

Bize Katıl!