“Biz ne çalacağımızı, siz de ne dinleyeceğinizi bilmiyorsunuz!”

Röportaj

Fotoğraflar: Deniz Cansever

21 Aralık’ta Babylon’da gerçekleşecek olan “Rebels & Friends” gecesi öncesinde Ömer Ahunbay (Jazamax), Hakan Özer (Haximum) ve Ahmet Kenan Bilgiç ile Jingle House’ta bir araya geldik. Bizim bu röportajı gerçekleştirmek üzere buluştuğumuz gün, Gevende’den Ahmet K. Bilgiç, Okan Kaya ve Gökçe Gürçay’ın sahnede Rebel Moves’a eşlik edeceği bu özel etkinlikte neler yaşanacağını henüz kimse bilmiyordu. Şans bu ya, toplantı saatine denk gelmişiz. Jam session rotasının kabataslak çizilmesine şahit olduk. Ahmet K. Bilgiç’i görmüşken Gevende’nin sessizliğinin sebebini ve grubun akıbetini de sormamak olmazdı elbette.

Arnavutköy’de konuşlanmış olan Jingle House, reklam ve medya sektörüyle uzaktan yakından alakası olan herkesin ismini duyduğu, 1990’lardan bu yana reklam müzikleri alanında Türkiye’de pastanın büyük kısmını elinde tutan, adeta bir müzik fabrikası gibi çalışan bir şirket. Ömer Ahunbay ve Hakan Özer’in zamanlarının büyük kısmını geçirdikleri ve kendi deyişleriyle içerisinde izole bir hayat yaşadıkları Jingle House karargâhına beş çayı ziyaretinde bulunarak, hem hasret gidermek hem de 21 Aralık Cuma akşamı Babylon‘da neler yaşanacağını ilk ağızdan öğrenmek istedik.

“Yalnızca köşeleri ve oyun alanını belirleyeceğiz”

Tuğçe Yapıcı: Öncelikle seni bulmuşken soralım Ahmet, Gevende nerelerde bu sene?

Ahmet Kenan Bilgiç: Biz şimdilik ‘ara’dayız. 18 senedir hiç ara vermediğimizi fark ettik. Herkes farklı yerlere yerleşti: Bodrum, Berlin, Fethiye… “Kırınardı” albümünün konserlerini de yaptık zaten.

Tuğçe: Sen neler yapıyorsun bu dönemde, neler üzerinde çalışıyorsun?

Ahmet: En son “Bartu Ben” dizisinin müziklerini yaptım, geçen yaz bir Amerikan filmi yaptım, şimdi bir tiyatro yaptım: Mert Fırat’ın oyunu “Timsah”. Bir de şu an Süha Rami’nin albümü üzerinde çalışıyorum, ilk defa bir folk albümünün prodüktörlüğünü yapıyorum.

Tuğçe: Rebel Moves daha önce de session’lar yapıyordu ve Gevende ile birlikte de bir session gerçekleştirmiştiniz. 21 Aralık’taki Babylon konseri için neler planlıyorsunuz?

Ahmet: Biz de tam onu konuşacaktık, siz geldiniz. : )

Hakan Özer: Daha önce 2015’te bir tane Karaköy Nublu’da, bir tane de Sıraselviler’deki Nublu’da olmak üzere Gevende ile birlikte iki session yapmıştık.

Ahmet: O sefer Gevende tam kadro oradaydı tabii.

Tuğçe: Rebel Moves’un artık ilk haline nazaran daha elektronik bir sound’u var. Gevende üyeleriyle bir araya geldiğinizde ortaya nasıl bir sound çıkıyor?

Ömer Ahunbay: Bilmiyoruz ki. : ) 3-4 ay önce Ahmet ile burada (Jingle House) bir session yaptık, garip bir şey oldu, fena olmadı.

Hakan: Ahmet’ler bizi arayıp “bir an önce ne yapacağımızı konuşalım, çalışalım” dediler. “Telaşlanacak bir şey yok” dedim, çünkü ne yapacağımızı bilmiyoruz. Büyük ölçüde doğaçlama yapacağız.

Ahmet: Tabii yine yolu ve köşeleri belli olan bir doğaçlamadan bahsediyoruz. Her ne kadar son senelerde birlikte sahnede bulunmamış olsak da müzikal olarak herkes birbirini çok yakından tanıyor. Gevende kendi içerisinde birbirini tanıyor, Rebel Moves kendi içerisinde birbirini tanıyor. Biz onları tanıyoruz, onlar bizi tanıyor. O yüzden önemli olan zaten ensemble’da nerede buluşabileceğimizi tahmin etmek. Ona göre oturup köşeleri çizeceğiz ama ucu açık olacak, gerisi oradaki oyun alanına bağlı. Tabii ki sahneye hiçbir şey hazırlamadan çıkmayacağız. Belki Rebel’ın şarkılarına biraz el atılır, oradan riff’ler alınır, sıfırdan riff’ler yazarız veya doğaçlama esnasında çıkan riff’lerden beğendiklerimizi geliştiririz. Açıkçası biz de ortaya ne çıkacağı konusunda meraktayız çünkü son konserlerin hepsinde ortaya bambaşka sound’lar çıktı.

Ömer: Belki bu sefer biraz daha…

Ahmet: Upbeat şeyler mi?

Ömer: Çok upbeat değil, yine downtempo olur ya, çok upbeat’te benim kalbim sıkışıyor. : ) 135-140’larda, psy-trance dünyasında falan kendimi nedense çok mutlu hissediyorum gerçi…

Hakan: Çünkü hissetmiyorsun. : )

Ömer: Onda nedense evime gelmiş gibi oluyorum, veyahut 110’lar da tamam ama 128 falan, onlar kalbimi sıkıştırıyor. : )

Cihad Satıroğlu: Geçen seneki Babylon konserini görmesek downtempo olacağına inanırdık. : )

Ömer: Ama o başka bir konseptti, o konserdi.

Tuğçe: Siz işiniz gereği müzikal trendleri ve müzik teknolojisindeki gelişmeleri çok yakından takip ediyorsunuz ve bunlar sizin müziğinize de yansıyor. Görüşmediğimiz 1,5 sene içerisinde sizin müzikal zevkleriniz nasıl değişti, bu değişimin yansımalarını konserde görecek miyiz?

Ömer: Benim bayağı bir değişti.

Hakan: Aslında daha çok 115 BPM ve biraz daha aşağısında kendi aramızda takılmayı çok seviyoruz. Takılma derken hakikaten takılma… Ömer bir groove ile başlıyor, onun üzerine doğaçlama çalmayı seviyoruz. Yıllarca çala çala repertuvar çalmak bir süre sonra sıkıyor. Mesela geçen seferki konser aslında bir repertuvardı. Orada çok fazla doğaçlayamıyorsun, sınırlar çok sıkı oluyor.

Cihad: Yine de Rebel Moves şarkıları çok değişmişti, ilk hallerinden çok farklıydı.

Hakan: Evet, o sıkıldığımız için işte… Biraz da dediğiniz gibi müzikal zevklerimiz farklı yönlere gidebiliyor zaman içerisinde ama şu anda biz çok fazla şarkı çalma modunda değiliz. Rebel parçalarını çalıp çalmayacağımıza da bu toplantıda karar vereceğiz. O da parçaları alıp aynen çalmak değil de onun öğelerini bir şekilde session’a taşımak şeklinde olabilir. Hakikaten çok büyük bir sürpriz bizim için de. : )

Ömer Ahunbay – Hakan Özer

“Biz ne çalacağımızı, siz de ne dinleyeceğinizi bilmiyorsunuz!”

Ahmet: Her ne kadar iki grup birbirinden çok farklı olsa da temelde aynı dinamiklere sahibiz. İki taraf da senelerdir birbirini çok iyi biliyor ve birisi bir riff girdiğinde oradan nereye gideceğini, hangi sürprizleri yapacağını biliyoruz. Bilmemize rağmen hala bir sürpriz yapılıyorsa, o sürprize nasıl katılacağımızı da biliyoruz. İki ekibin içerisinde de ensemble dinamiği var ve bu ensemble dinamiğine yaslanıp hangi yöne gideceğimize bakacağız aslında. Çünkü prova dediğimiz şey o ensemble’ı oturtmak için yapılan bir şeydir. Zamanla çok çalmış, sahne almış insanlar olarak hepimizde zaten oturmuş bir ensemble ruhu var. O ensemble aslında hangi yöne gideceğine, kimin ne sürprizler yapacağına sahnede karar verecek.

Ömer: Bir de heyecan duyma denilen hikaye var… Her konsere çıkarken ne olursa olsun heyecan duyuyoruz. Eskiden bir haftada üç konser verdiğimiz zamanlarda dahi heyecan duyardık. Ama o zaman sürprizlere pek yer yoktu. Orada sürpriz dediğin şey olsa olsa Türkiye’deki stage teknolojisinin yarattığı azizlikler olabilir. Soundcheck’te her şey iyidir ama sahneye bir çıkarsın, hiçbir şey duyamazsın. Bu tür olayların dışında konserlerde genelde pek bir sürpriz olmaz. Parçalar bellidir, çalışılmıştır vs. Dolayısıyla onun heyecanıyla böyle çıkıp ne olacağını bilmeden çalmanın heyecanı arasında bizim açımızdan çok büyük bir fark var. İkincisi birdenbire arenada aslanların önüne atılmışsın gibi bir dünya… : )

Hakan: O gün sahnede bizim içimizdeki dünyada büyük ihtimalle Rebel tarafı biraz daha fazla elektronik olacaktır ama bunun içinde Erol’un etnik unsurları da mutlaka olacaktır. Erol bağlama çalabilir mesela, daha bilmiyoruz ama… Ama yuvarlak olarak aslında Erol’un vokalleri performansa etnik bir lezzet katacaktır, Ahmet’ler de daha akustik bir tat katacaktır.

Ömer: Bugüne kadar şansımız hep iyi gitti. 20 senedir her seferinde hep bir şekilde o sahneden mutlu indik. Bu sefer de öyle olur mu, onu bilmiyoruz. : )

Hakan: Bu aslında seyirciyle birlikte yapacağımız bir performans olacak. Biz güzel bir şeyler yapabilirsek ve seyirciden bunun reaksiyonunu görürsek performans güzel bir loop’a, devinime giriyor ve birlikte yükseliyoruz. Bunu geçmişteki konserlerde yaşadık, bir de öyle bir sürpriz var tabii ki.

Tuğçe: Herhalde artık sıradan bir konser vermektense session’ların bu interaktif yönü de sizin ilginizi daha çok cezbediyor.

Ömer: Bizim başlangıç noktamız da o zaten. İlk Babylon konserimiz tamamen jam session’dı. Sahnede ne çalacağımızı hiç bilmiyorduk, hiçbir hazırlığımız yoktu.

Hakan: Zaten bir sloganımız da vardı, Ömer hep söylerdi: “Biz ne çalacağımızı, siz de ne dinleyeceğinizi bilmiyorsunuz!

Tuğçe: Röportajın başlığı çıktı!

Ömer: İngilizce söylemek daha havalı oluyordu o dönemde. “You don’t know what you’re gonna listen, we don’t know what we’re gonna play!

Hakan Özer – Ahmet K. Bilgiç

“Demolar hep daha güzel oluyor”

Tuğçe: Siz geçen yaz da güneyde birkaç session yaptınız, değil mi?

Hakan: Haziran ayında Kaş’ta yaptık, Kaş’ı yıktık geldik.

Ömer: Orada bir gece Rebel şarkıları çaldık.

Hakan: Ama gerçekten doğaçlama çaldığımız performansla mukayese ettiğimizde benim için arada uçurum var. Rebel parçaları çalmak keyifli ama doğaçlama çalarken insanlar da daha çok eğleniyor.

Cihad: Mekan da Erol Çay’ın Kaş’ta açtığı Rebel isimli bar, değil mi?

Hakan: Evet…

Tuğçe: Bu session’ların hepsinin kaydını alıyor musunuz?

Ömer: Bugüne kadar kayıtlarını aldığımız session’ların hiçbirinin kaydından bir hayır görmedik.

Hakan: Sanırım alıyoruz hepsini.

Cihad: Daha önce bizim radyo programımıza geldiğinizde arşivde 150 saatlik kayıt olduğunu söylemiştiniz.

Ömer: En son geçen nisan, mayıs aylarında burada 3-4 session yaptık. Onların kayıtlarını aldık, hatta Youtube’ta bile o session’lardan kesitler paylaştık.

Hakan: Biz onlara aramızda “takılmaca” diyoruz. 15 dakikadır çaldığımızı zannediyoruz, bir bakıyoruz bir saat olmuş, hala aynı parçayı çalıyoruz. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsun… Geçenlerde bir de Backyard’ta çaldık, orada Ömer’in oğlu Tibet de perküsyonda bize katıldı.

Tuğçe: Elde kaydedilmiş çok fazla materyal olunca o session’ları dinleyip aralarından parça formuna dönüşebilecek bir şeyler yaratmak da ciddi vakit alıyor.

Hakan: Ömer’in demin söylediği gibi burada başka bir sürü işler yaptığımız için… O işe oturup kendini tamamen adaman gerekiyor, o bambaşka bir iş. Rebel bizim nefes alma alanımız gibi ama hiçbir zaman hayatımız olamadı. Biraz keyfekeder bir durum var ama bu söylediğinizi yapabilmemiz için diğer işlerde bütün şalterlerimizi indirip, o malzemeleri alıp, başına oturmamız gerekiyor. O başka bir hayat, bu hayatta değil, onu biliyorum.

Ömer: Geçen martta Erol geldi buraya, çaldık ve kaydettik. 3 saatlik falan malzeme var, içinde 20 dakikalık falan bir şeyler çıktı. Onu kestim, biçtim ve oynamaya başladım ama oynadıkça bozuluyor… O haliyle okey ama oturayım biraz süsleyeyim deyince o gecenin ruhu kayboluyor. Bizim In-House Sessions adlı ilk albümümüz tamamen stüdyoda oturup bir haftada yaptığımız kayıtlardan oluşuyor mesela. Yalnızca çok uzun olduğu için parçaları 6-7’şer dakikalık formata indirdik ama miks falan, hiçbir şey yok.

Ahmet: Cass McCombs İstanbul’a geldiğinde bizim stüdyoya gelmişti, birlikte takıldık ve çaldıklarımızı kaydettik. Ben gelen tüm misafirlerin kayıtlarını arşivliyorum. Bugge Wesseltoft’tan Marcus Miller’a kadar gelen herkesin kayıtları var. Cass ile kayıtları yaptık, çok iyi çaldığımızı düşünüyorduk ve inanılmaz eğlendik. Ertesi gün kaydı dinleyince “bu neymiş ya?!” dedim, sonra bir baktım Cass 45 dakikalık kaydı hiçbir edit yapmadan Soundcloud’a yüklemiş. “Hay allah niye yolladık!” diye düşünürken olaya aydık, aslında Cass en güzelini yapıyor. Çünkü “dur bakalım şuradaki melodiyi alalım, aranjman yapalım” vs. dediğinde genelde hiçbir zaman işe yaramıyor. Zaten albüm kayıtlarında da öyle oluyor bu iş, demolar hep daha güzel oluyor. Bir mikrofon koyup kaydettiğin şey çok güzel oluyor ama albüm kaydına girip beş mikrofonla kaydettiğinde aynı şey çıkmıyor. Bizim son albümde de demoda olan her şeyin aynısı olamadı.

“O kenarı koymayalım da bari orada rahat olalım”

Ahmet: Reklam sektöründe her şey çok planlanmış, programlanmış ve bütün haritayı gördüğün bir müzik yapıyorsun. Bir modacı ruhu var ama terzilik yapman gereken çok fazla dönem oluyor. Sahnede bir şeyleri belirlememe isteği, yalnızca köşeleri belirleyip çalma arzusu… Kafamızdaki o bilgisayar programında, kompozisyonda verilen bir şeye göre kendi içindeki moda ruhunu ezmeden bir şey planlıyorsun. Onu kırmak istiyorsun. O yüzden belli bir parçayı çalmak çok çekici gelmiyor. Ben Ömer Abi ile 13-14 senedir beraberim. Ben onlar kadar işin içinde ve 8 kişiyi produce eden bir konumda değildim, onlar hep beni produce ettiler ama ben bu konumdayken bile bu hissi yaşıyorum. Ömer ve Hakan Abi ise 8 kişilik bir ekibin programını ve dünyasını belirliyorlar, bu yüzden de köşeler darlıyor ve sahnede kenarları yıkıp beraber bir şey yapabilmek heyecan veriyor. Yoksa “biz çok iyi takılıyoruz, köşe koymayacağız, çıkacağız, takılacağız” gibi bir şey değil. Mevzu “o kenarı koymayalım da bari orada rahat olalım” hissi.

Tuğçe: Commercial işler yapmak müzisyenlerin artistik müzik üretimiyle kurdukları ilişkinin doğasını etkiliyor diyebilir miyiz?

Ahmet: Commercial diyemezsin ama programlanmış ve belli bir plana oturtulmuş, projelendirilmiş müziklerden bahsediyorum.

Ömer: Aslında o tarafta yapılan işlerin çoğunluğunda biz müzisyen olarak işin bir bölümündeyiz. Onların çoğunluğu görsel malzeme ile beraber oluşturulan işler; filmler, reklamlar… Medyaya müzik üretmek denilen bir alan bu ve bu alanın kendine has birtakım kuralları var. Orada golü tek başına değil hep beraber atıyorsun. Golü attığın kişilerden biri filmin yönetmeni, bir reklamın kreatifi… Benim fikrim değil, birkaç kişinin fikrinin bir araya gelmesi söz konusu. Halbuki müzik yaptığın zaman sen kendi kendine müzik yapıyorsun veya bir grupta 3-4 kişi oluyor. O başka bir duygu, bu başka bir şey.   

Ahmet: Hikaye başkasının hikayesi bir defa.

Ömer: Orada “sky is the limit” bu arada. Bir gün klasik müzik, bir gün drum’n bass yapıyorsun… Yapabildiğinin en iyisini yapabilmen için onun gerektirdiği her konu hakkında bilgi ve fikir sahibi olman gerekiyor. İşin prodüktörlük tarafı en ağırı o anlamda.  

Tuğçe: Üçünüzün de müzikle ilgili işler yapmanız kendi müziğinizde kalıpları kırma arzusu duymanıza zemin hazırlamış olabilir. Yoksa belki de müzisyen olarak çok daha kalıpların içinde işler yapacaktınız.

Hakan: Az önce Ahmet’in dediği şey çok doğru, biz zaten sürekli ısmarlama müzik yapıyoruz. Ben her güne birilerine bir şey beğendirmekle başlıyorum.

Ömer: Bu işin bir tek avantajı var, çok şey öğrenmek mecburiyetinde kaldık. İşin teknolojisi ve müziğin kendisine dair öğrendiğimiz ve halen öğrenmeye devam ettiğimiz şeyler… Biz her günü takip ediyoruz. Neler çıktı, nasıl yapılıyor, hangi teknolojiyle yapılıyor, nasıl bir miks mantığı var vs. Bunlar bizim vücudumuzun birer parçası oluyor ve kendimize yaptığımız işlerde de etkisini gösteriyor. Bu bazen yaptığımız işin skalasını da genişletiyor.

“Sürekli olarak üretime devam ettiğin zaman varsın”

Hakan: “Kimileri Bir İleri” albümünde ciddi bir emek var ama o albüm güme gitmiş gibi hissediyoruz, o da ciddi bir hayal kırıklığı oldu.

Tuğçe: O albüm nisan, mayıs gibi çıkmış 2013’te. O yüzden normal.

Ömer: Biz o dönem bayağı bir heyecanlanmıştık ve şevkimiz kırıldı.

Hakan: Ama bizimle beraber birçok sanatçı da aynı şeyleri yaşadı.

Ömer: Halen de yaşanmaya devam ediyor aslında. Bakacak olursanız müzik sektörünün içinde bulunduğu durum çok da parlak değil. Kendi içinde klikler oluşturmak çok önemli bu dönemde. Mesela Gevende çok güzel bir klik oluşturdu ve bu, sürekli yapmaya ve üretmeye devam ettikleri için oldu. Yapmaya ve üretmeye devam etmesi gerekiyor sanatçının. Uzun aralar vermek bence çok doğru değil, sürekli olarak üretime devam ettiğin zaman varsın.

Tuğçe: En azından içinde bulunduğumuz dönem durmayı kaldırmıyor.

Ömer: Evet, bundan 15-20 sene evvelki dinamiklerden bahsetmiyoruz. Twitter’a girdiğin zaman sürekli olarak konunun değiştiğini, bir şeyin ortalama 48 saat ömrü olduğunu görüyorsun. 48 saat içinde varlığını gösterdin gösterdin, ondan sonraki 48 saatte halen varlığını gösterebilecek bir durum yarattıysan zaten çok başarılı sayılıyorsun. İnsanlar çok çabuk sıkılıyorlar. Eskiden bir şey bulunurdu, dinlenirdi ve “ben bunu sevdim” deyip devam edilirdi. Şimdi insanlar bir şeyi buluyor, dinliyor, “aa ne güzelmiş” diyor, sonra bir bakıyor yeni bir şey gelmiş…

Hakan: Bir film seyrederken sizde de filmi ileri sarma hissiyatı oluyor mu? O derece hızlı tüketmeye alıştık.

Ahmet: Çok da hızlı üretiliyor ama.

Ömer: Yerli sahnede de çok güzel işler çıkıyor, bir kere eskiden Türkiye’de çok az müzik üretilirdi, şimdi çok daha fazla müzik üretiliyor. Bu aslında çok güzel ve önemli bir şey. Eskiden müzik üretmek pahalı bir şeydi, şimdi müzik üretmek çok pahalı bir şey değil.

(Soldan sağa) Hakan Özer, Tuğçe Yapıcı, Cihad Satıroğlu, Ömer Ahunbay

“Paylaşabiliyorsun ama o paylaştığın şey doğru insana doğru şekilde ulaşabiliyor mu?”

Cihad: 4-5 sene önce evinde yatak odasında çaldığı şarkıları Soundcloud’a yükleyen pek çok müzisyen bugün yüzlerce, binlerce seyirciye çalan sanatçılara dönüştü.

Ömer: Kayıt teknolojileri de çok ucuzladı, bugün bir albümün kaydını beş bin liraya tamamlayabileceğin stüdyolar var. Bu da birçok fikrin paylaşılabileceği bir ortamın varlığını gösteriyor. Paylaşabiliyorsun ama o paylaştığın şey doğru insana doğru şekilde ulaşabiliyor mu? İşte orada problem var. Çok yakında birisi bir formül bulacak arkadaşlar, bu yeni üretimleri dinleyiciye ulaştırmanın formülünü bulacak.

Tuğçe: Evde kayıtlar yapan müzisyenlerden her gün çok sayıda e-mail alıyoruz. Kayıtlar bir şekilde yapılıyor ama müziği tanıtamamak hepsinin dile getirdiği ortak sorun.

Ömer: Çok olduğu zaman çok’un içerisinden iyiyi seçebilmek tüketici için çok zor. Dolayısıyla tüketici bir müddet sonra kötüyü de iyi olarak algılayabilir. Neyin iyi neyin kötü olduğu muğlak. Ama çok yakın zamanda, önümüzdeki 5 sene içerisinde birileri bir formül bulacak. Bahsettiğim 50 bin TL para harcayıp Youtube’tan milyonlarca tık satın almak değil, bir parçanın hakikaten çok insana ulaşmasından bahsediyorum.

Cihad: Bir yandan özellikle mainstream’de bu da işe yarıyor, milyonlarca dinlenmeyi gören izleyici videolara daha çok ilgi gösteriyor.

Ahmet: Popüler kültürün nasıl yön verdiğine dair en güzel örnek Müslüm Gürses’in seslendirdiği “İtirazım Var” parçasının orijinalinin izlenme sayısının 2 milyon, Timuçin Esen’in izlenme sayısının ise 12 milyon olması. Çok basit bir resim. Popüler kültürün ve pazarlamanın sektördeki gücü.

Ömer: Müzisyen olarak işin o tarafıyla ilgilenmeye kalktığın zaman kafayı yeme durumuyla karşı karşıya kalırsın. O zaman müzik yapmaktan çok başka şeyler yapmaya başlarsın.

Tuğçe: Şimdi bağımsız sanatçılar işin tanıtımıyla da kendileri ilgilenmek durumunda kalıyorlar. 

Ömer: Olmayınca da büyük bir sükut-u hayale uğruyorsun işte. Bazen olmuyor, çok tanıtım yapsan da olmayabiliyor. Bunun iki sebebi var. Birincisi insanlar şarkıları sevmiyor, bu çok anlaşılır bir durum, insanlar sevmeyebilir, kısıtlı bir kesime hitap edebilir. Ama ikincisi senin elinde olmayan sebeplerden ötürü insanların şarkıya ulaşamamaları, insanların şarkıyı bilmemeleri. Birincisi en kötüsü olsa da ikincisi sanatçıya bir daha eline gitarı aldırmayacak kadar kötü hissettiren bir durum. İşin o tarafı çok tatsız.

Ahmet: Ben bir geçiş döneminde olduğumuzu hissediyorum, bunlar oturacak.

Hakan: Her anlamda çok bariz bir geçiş dönemi yaşıyoruz ve ben arkama yaslanmış halde o geçişi seyrediyorum, şu an elimden başka bir şey gelmiyor.

Ahmet: Bu dönemde de mekanda derinliği yakalamış, zamana yayılmış eserler 50-60 sene sonra da dinlenecek. Kısa vadede “başarı” dediğimiz pek çok şeye denk geliyoruz ama 10-15 sene geçmeden kimse başarıyı öngöremez diye düşünüyorum.

Tuğçe: Şimdi senenin sonu geldi, senenin en iyileri listeleri yayınlanmaya başladı. Onları yaparken hep şunu düşünüyorum: Gelecek sene bunların hangilerini dinliyor olacağım? On seneyi de geç, seneye dinliyor olacak mıyım?

Ömer: Maalesef öyle bir durum var. Dolayısıyla işin müzisyen tarafında onu çok fazla kafaya takmamak gerektiğini düşünmeye başladım. Bu da yaptığın parçayı etkileyen bir şeye dönüşüyor.

Ahmet: Oraya gireceğine git gerçekten commercial müzik yap, hiç değilse kafan rahat eder.

Tags: , , , , , , , ,

İlginizi Çekebilir

The Raconteurs’tan albüm öncesi iki yeni parça geldi
BBI Yerli #92 | Büşra Aştı

Yazar

Bize Katıl!