Yeni Yazı Ekle: “Müzik Üzerine Yazmamak”

Gönül İşi

“Yazmak” her zaman ilgimi çeken, düşüncelerimi aktarabildiğim harika bir araç oldu. Benim gibi az konuşan, iletişim gücü zayıf insanlar için de ayrıca bir kurtarıcı olduğunu itiraf etmek gerekir. Ergenlik dönemlerimde sadece 1-2 kez görüp hoşlandığım kızlara öyle büyük cümlelerle methiyeler düzüyordum ki, okusanız aşkımdan ölüyor sanırdınız. Esasında orada hoşlandığım kızlardan daha fazla, yazı yazabilme kabiliyetimi arttırabilme egzersizleri yaptığımı anlamak çok güç değildi. Farkında olmayan ya da farkında olup görmezden gelen tüm yazan insanların ortak noktası “iyi cümleler” ortaya koyabilmek. İyi cümle kurabilmek için gerekirse pragmatist bir ruh hâlinde olmak da tam olarak bir rol durumuna bürünme anlamına geliyor. Yazmak için rol yapmak, samimiyeti yitirmek bana pek makul gelmiyor. Durun hemen okları bana doğrultmayın; şunu demek istiyorum: Sadece yazmak için acı çekiyormuş, bunalıyormuş gibi davranmak tamam ama bunu yazma eylemi bitince de devam ettirmek doğru değil. Bu bir karakter sorunu. Sen sakin, güler yüzlü bir insan isen öylesindir. Hayatta herkesin minimum ölçüde sahip olduğu dertleri, büyük dertlermiş gibi odak noktasına koyuyorsan o zaman benliğini yitirip, sadece başkaları gözünde bir şey olabilmek için, bir şeye dönüşüyorsun. Pekala, geriye ne kalıyor? Yüz yüze konuşurken zaten samimi değildin bari yazarken samimi olsaydın? ya da tam tersi…

Rahatsızlığımın zirve yaptığı bir dönemde yazma ile ilgili eylemlerimi filtreden geçirerek, yazı konularımı daralttım. Bir Baba Indie vesilesiyle müzik yazmak ve kişisel blogum vesilesiyle de mini hikayeler yazarak hayatıma devam ettim. Blogumda yazdıklarımı daha sonra 200 küsür sayfalık bir kitap haline çevirip, eser miktarda baskı alıp rafa kaldırdım; malum sebeplerden. Elimde tek kalan yazma alanı Bir Baba Indie ile samimiyetine inandığım müzik ve müzik insanlarını hiç sorgulamaya tenezzül bile etmeden, karşılıklı paylaşımlarda bulunarak müzik meselesini tartışabileceğimizi, geliştirebileceğimizi düşündüm. Sıklıkla yazılarıma “bu konuyu tartışalım” minvalinde eklemelerde bulundum. İnsanların son zamanlarda Bir Baba Indie’yi konumlandırdığı nokta gururumuzu okşuyor. Radyo Boğaziçi’nden aldığımız ödülün etkisiyle bu tavan yaptı diyebiliriz. Halbuki biz aynı çizgide 7 yıldır yazıyorduk. Tam 7 yıl sonra yaptığımız şey değer buldu. Fakat şu var; biz nasıl 7 yıldır aynıysak müzik dünyası da değişmedi. Ne müzisyeni, ne yazanı, ne dinleyicisi. Evet değişen bir şey oldu: o da akımlar ve onların yarattığı dalgalar. Bu değişken yapının içindeki çoğunlukta olan insanların değişkenlikleri ise hiç değişmedi. Dolayısıyla müzik, iyi müzik hiçbir zaman “amaç” olmadı. Sadece belli bir zümrenin ortam yapabilmesi için “araç” oldu. Velhasıl, bu da rahatsızlıkları doğuran önemli bir unsur hâline dönüştü.

Son zamanlarda hangi müzisyenle ya da müziğin içinde olan biriyle konuşsam aynı şeyleri anlatıp durduk. Konuştukça ateşimiz ve sesimiz yükseldi. Gün sonunda “yerli müzik dünyasını yine kurtardık” geyiği ile otobüslere binip evlerimize döndük. Gerçekten bir şey kurtardık mı? Hiç sanmıyorum. Birbirimizin yarasını kaşıyıp kaşıyıp sadece sinirlerimizi bozduk. Sorun birbirimiz değil, bu müziği ayakta tutan etmenlerdi. Sırf bu yüzden belki birileri okur diye yazıyordum aslında. Müzisyen tek başına bu olguyu yüceltemez. Bu olgunun yükselmesi iyi olanı sahiplenen insan sayısının arttırmasıyla vukû bulabilir. Daha önce yazdığım gibi hiç kimseden “müzikolog” olması beklenmemeli. Sadece herkes dinlediği şeyi sorgulasın. Eserle, müzisyenle empati kursun, uyanık kaldığınız zaman diliminde her fırsatta size eşlik eden müziğin farkında olsun. Tüm mesele bu. En son ne zaman yeni bir müzik grubu ya da müzisyen keşfettiniz. Hatırlıyor musunuz? Yoksa sizin önünüze servis edilen müzisyenlerle mi yetiniyorsunuz. Bence haksız, hatta yersiz yere bizi ve diğer medya unsurlarını yücelten de dinleyicinin üzerine yük almaması. “Nasıl olsa yatağımı toplayan, çamaşırımı yıkayan bir annem var” diyen Türk erkeğinin, askere gidince annesini arayıp “anne seni çok özledim” demesi gibi bir durum bu. Elbette örnekleri çoğaltabilir.

1-1,5 aydır elimde kalan son yazma alanım Bir Baba Indie‘den tamamen değil ama fiilen elimi çektim. Bir süre vermeden Cihad ve Anıl’a artık yazmak istemediğimi söyledim. Parmağımla da hedef gösterdim. “Müziği paylaştığım insanlarla aynı noktada değilim”, “karakterlerimiz uyuşmuyor”, “kendimi bu ortama ait hissetmiyorum” dedim. İnanır mısınız sonrasında üzerimden bir yük kalktı.  Rahatladım. Ben bu camianın içinde %0,001’lik bir kısmıyım. Ne kendime, ne başkasına bir etkim yok ama nasıl dert ettiysem, nasıl bir yük yüklendiysem, “çocukça” bir amaçla belki birlikte olursak, bir kolektif olmayı başarırsak bir şeyleri düzeltiriz dedim. Sonra öyle olmayacağını anladım. Peşi sıra bir sürü konu üst üste çıktı. “Sen çok önemsiyorsun müziği” cümlesi hayatım boyunca unutamayacağım bir cümle olarak zihnime kazındı. Tıpkı yıllar evvel gitar çalmayı öğrenmek için aldığım metod kitabının başına bir arkadaşımın, sırf espiri olsun diye yazdığı “senden bir bok olmaz” yazması gibi. Bu nevi şahsıma münhasır bir hikâye değil. Geçmişten beri yapılmışı var: “ben sana müzik yapma demiyorum, hobi olarak yine yap.” Sonra bu müzik camiasında adı sanı geçen insan sayısının azlığı, o insanların da tuhaf tutumları ve bir takım insanların yalnızlaştırılması… “Son zamanların en yetenekli isimlerinden…” diye önerdiğiniz, iyi şarkılar yapan ama hızlı tüketimin kucağına bıraktığınız bir isim için, daha sonra; “çok bozdu”, “eskisi gibi değil” diye cümleler kurmaya başlıyorsunuz. Halbuki değişen bir şey yok. Müstesna, harika ses, mükemmel müzik övgülerini hunharca kullandığınız, sadece potansiyeli olan ama henüz kendini tam anlamıyla kanıtlayamamış isimleri 1 yılda zirveye oturttuğunuz için daha sonra aşağılamaya başlayacaksınız. Bu geçmişte böyleydi. Şimdi de böyle.

Barış Akpolat‘ın dün BirGün’deki “Zeytinli’nin Çıkmazı” yazısından sonra bu yukarıdaki satırları yazdım.

http://www.birgun.net/haber-detay/zeytinli-nin-cikmazi-122836.html

Az sayıdaki insan tarafından, bu yazıda belirtilen problem yazılıp, çiziliyordu. Barış Akpolat’ın yazısı biraz daha alevi yükseltir diye umuyorum. Konuya paralel olarak, Ars Longa‘nın Zeytinli’ye bir kez bile davet edilmemesi onların müzikalitesi yüzünden değil. Keşfetme özelliğini yitirmiş dinleyiciye, bizim gibi medyalar tarafından popüler olanın servis edilmesi ve bir takım isimlerin “çıkar” amaçlı kayırılması yüzünden sıra gelmemesi yüzünden.

Birilerinin, birilerini nasıl üstün çabalarla servis ettiği ve birilerini nasıl görmezden geldiğinden herkes kadar haberdarız. Çok yakın arkadaşlarımdan, albümü olan, iki üniversite festivalinden birine headliner olarak katılmış çokça bilinen bir isme, bu festivallerin organizatörlerinden birinin “sen kimsin?”, “tanımıyorum” dediğini biliyorum. Aynı şekilde, “Ars Longa’nın segmenti ne?” diyeni de duydum. Müziği yönetenlerin, dinleyiciye servis edenlerin yazılı olmayan kuralları var. Onlar kendi çıkarlarına göre bu ortamı şekillendiriyorlar. Yani özetle baktığınızda dünyadaki siyasi düzen, güç dengesi nasıl işliyorsa; müzik dünyasındaki düzen de öyle işliyor. Gücü elinde olan, seni 1 saat içerisinde nereye, hangi pozisyonda koyacağının formülünü iyi biliyor. Mesela Yarımada ile “takvim dolu” diyerek aylarca sahne verilmeyen bir mekanda, başka bir gruba nasıl bir-iki hafta içinde takvimde yer ayarlandığına şahit olduk. Taşı sıksa suyunu çıkartır dediğiniz ünlü isimlerin dâhi seyirci bulmakta zorlandığı bir camiada, “xxx miktarda bilet garantisi verirseniz size sahne veririz” diyenlere de şahit olduk. Mekanın talebinin altında yatan sebepleri anlayışla karşılayabilirim ama anlayamadığım nokta “bir yatırım aracı olarak gece kulübü açma” anlayışının, sektörün içeriğiyle çelişmesi. Mesela, inşaat sektörüne sahip birisinin, işe alımlarda “Beyefendi/hanımefendi uzay mühendisi değilseniz kapıdan giremezsiniz” demesi gibi bir şey bu. Bir mekanın sahne verdiği grupların çıtası nerede? Her grubun kapalı gişe olması mümkün mü ya da kapalı gişe konser veren kaç grup ve isim var? Burada oturup yatırımın geri dönüşünü hesaplayacak olan müzisyen mi? Tekrar soruyorum. Müziği üreten insandan, mekanın ticari başarısına göre şekillenmesini bekliyorsunuz da, sahneye çıkan müzisyene ne tür olanak sağlıyorsunuz? 3 kuponluk yerli içki fırsatı verdiniz; başka? Mekanın o geceki kârının yüzde kaçını verdiniz? Biletin yüzde kaçı demedim bak, mekanın dedim. Çünkü beni izlemeye gelen adam orada bira da içti. Sana o birayı sattırmak için ben ve benim gibi müzisyenler aylarca prova yaptı, kayıt için tonlarca para döktü, az uyudu, iş dünyasında farklı sektörlerde boğuldu, ekipman aldı, ailesine karşı durdu, geleceğini yoksaydı, üç kuruşluk insanlara ses çıkartmadı. Daha kritik bir soru sorayım. Sahnede bir müzisyen, mekanın kusuru yüzünden “iş kazası” ile hayatını kaybetse ya da sakat kalsa bunun geri dönüşü nasıl oluyor? Bira ve enerji içeceği firmalarının yanı sıra büyük özel hastanelerin  sponsorluğunu mu aldınız? Teknik olarak sen üzerinden para kazandığın, geçici süreyle iş vereni olduğun müzisyeni hangi mekanizmayla koruma altına alıyorsun? Vicdanınla mı? Oh çok şükür rahatladık. Tekrar söylüyorum sen ticari başarını müzisyen üzerinden şekillendiriyorsun ama sen bunun karşılığında bu müzisyene ne veriyorsun? Mekana seyirci gelmediyse suçlusu da sadece müzisyen değil mi? Senin sadece yalandan açtığın “facebook event”in yetiyor değil mi buna? Mekanınızda kallavi bir isim çıksa bizim gibi blogları bültene boğup, bedava bilet dağıtma telaşına giriyorsunuz ama Ars Longa çıkınca ses yok. Mesele tam burada cereyan ediyor işte. Müzik gibi samimi bir olguyu kendi çıkarlarınız yüzünden samimiyetsizleştiriyorsunuz.

Mekanlara düzinelerce e-posta gönderen gruplara spam muamelesi yapıp, olumlu ya da olumsuz dönme nezaketi göstermeyenleri de iyi biliyoruz. Güney’deki bakir bir alanda yerli müzisyenleri, oralarda onları seven, destekleyenlere ulaştırmak için yırtınan organizatör bir arkadaşımın nasıl pes ettiğine de şahit oldum. İstanbul’daki bir mekanın kapanma sebeplerinden birinin müzisyenlerin tutumu ve dinleyici azlığı olduğunu da birinci ağızdan dinledik. Yeni kapanacakların ya da şekil değiştireceği zamanın yakında olduğunu öngörmek zor değil. Ben bu yaşananlar, bilinenler üzerinde çok az bilgiye sahibim. Çokça bilgi sahibi olanların var olduğunu biliyorum. Barış Akpolat’ın dediği küskün müzisyenler bunların en başındaki isimler.

İyi müzik değil, günümüzde talep edilen müziği yapan müzisyenlerin, nasıl daha çok para kazanırım diyen mekanların ve festival organizatörlerinin, sadece tıklanma telaşıyla popüler olanı internet sitelerinde, sosyal mecralarında paylaşmaktan ölecek olan müzik bloglarının, festivallerde yan sahneye sıkıştırılmış müzisyene “iyi olsaydı ana sahnede çalardı” muamelesi yapan ve en önemlisi her saat başı dinlediği müziği sorgulamayan dinleyicinin değişmesi gerek. Nasıl olur hiç bilmiyorum ama neredeyse o “samimiyet” çıkartıp getirmek gerek. Bugün olan şey sorgulanması ve tüm yönleriyle analiz edilmesi gereken bir şey. Müzisyeninden, dinleyicisine kadar her aşamasında…

Kültür-sanat adına zaten ülkece elimizde güçlü olan neredeyse hiçbir alan olmadığı için, müzik gibi kolayca sarıp sarmalanacak olguyu da yitirmemek gerekiyor. Sanatın insanın ufkunu aydınlattığını, yaşamı sorgulamayı, insanlarla olan iletişimde farklılık yarattığının farkında olmak gerek. Sanat, insanlara egolarını okşayacak ortam değil, kültürel yapısını ve zihnini zenginleştirmeyi vaadediyor. Sen, sanatın herhangi bir dalını kullanarak kutuplaşmaya sebep oluyorsan zaten daha temelde toplumsal bir problem var demektir. İşte bu nasıl çözülür orası muamma.

Sadede gelirsek 1-1,5 ay önce, kendi adıma son yazma alanım olan Bir Baba Indie’den uzaklaşmaya karar verdim. Aslında veda etmediğimi ama pasif konuma geçtiğimi de yazıyı noktalarken paylaşmış olayım. Mazhar Alanson’un dediği gibi “benim hâlâ umudum var.” Belki çok iyi bir müzisyen/grup keşfedersem tekrar aktif olup onu yazarım. Onun dışında bu yerli müzik dünyası dedikleri camiada, çoğunluğun olduğu kısımdaki insanlarla aynı noktada değilim. Azınlıkta olan insanlarla bir ömrü çürüteceğemiz aşikâr. Bazen birlikte müzik yaparak, bazen bir şeyler içip sohbet ederek. Az insanla çokça müzik belki de en güzeli. Müziğin samimiyete ulaşması temennisiyle…

Sevgiler.

* * *

Resim: The Power of Music – William Sidney Mount (1807-1868)

Tags: , , ,

İlginizi Çekebilir

3. Burgazada Progresif Müzik Festivali 13-14 Ağustos’ta!
Radyo Boğaziçi 18. “Battle of the Bands” başvuruları başladı!

Yazar

Bize Katıl!