“İNSAN NASIL DİRENİR BAŞKA?”

Gönül İşi

İnsanız, unutuyoruz.

Her şeyi unutuyoruz hem de.

Hayatın bizden alıp götürdüklerini unutuyoruz. Bir daha asla sesini duyamayacaklarımızı, yüzünü göremeyeceklerimizi unutuyoruz. Biz ki canımızın bir parçası dediklerimizin bu dünyadan göçüp gitmelerini unutuyoruz, neleri unutmayız.

Bazen bu “unutmak” kavramı insanı küçük kılıyor gözümde. Diyorum ki, insan eksilince nasıl yaşayabilir? Varlığın son bulması nasıl sindirilebilir ki? Bu kadar nasıl vurdumduymaz olabiliyoruz zamanla? Ama hiddetim geçince durup tekrar düşünüyorum. Unutmasaydık nasıl yaşayabilirdik? İnsanı ilk bakışta kötü kılan bu karakterin aslında onun benliğini korumasını sağlayan yegane şeylerden biri olduğunu anladığım an bitiriyorum bu sorgulamayı. Neyse ki garip varlıklarız diyorum. Alışarak, unutarak kaldığımız yerden devam ediyoruz bir süre sonra. Ama tökezleyerek ama koşar adımlarla ama sadece minik minik… Yürüyoruz. Zaman geçiyor. Ve sonra hayatın akışı içinde öyle bir döneme denk geliyoruz ki, yaşadığımız coğrafyada öyle şeylere denk geliyoruz ki, olanlara her tanık oluşumuzda, her düşünüşümüzde yine utanıyoruz kimilerimiz insanlığımızdan. Ölenlerin arkasında kalanlar olarak zamanla kendimize gelebiliyoruz belki ama tanık olduğumuz sürekli artan ölümlere “alışmak” tabirinin üzerimize oturmadığına emin olarak konuşmaya başlıyoruz. Vicdanı dile gelmiş, hassas insanlar olarak dinliyoruz bu yok oluşlara yapılan söylemleri. Bir kez daha utanıyoruz benliğimizden. Bir canın gidişine alışamayan bizler, yüzlercesinin gidişine tepki veremez hale geliyoruz. Daha doğrusu bizi o karaktere sokmaya çalışmalarını izliyoruz suratımızı ekşiterek. Kalbimizin sıcaklığını ellerimizden almaya çalışanlara karşı var olan vicdanımızı dillendiriyoruz. Bakıyoruz, olması gereken yoldayız. Söz veriyoruz kendimize. O kalbi kurutmayacağımız adına söz veriyoruz. Ve yine devam ediyoruz yolumuza.

Sonra gamlı prensesin cümleleri geliyor aklıma. Tezer Özlü’nün. Hayatın zıtlıklardan oluştuğunu bir kez daha idrak etmemi sağlayan cümleler… Evet, ölüm var ve bu sayede yaşam da tanımını kazanıyor. Doğru ya…

“Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama isteği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı.”

Sonra tınılar devreye giriyor. Varlığın son bulmasını tanımlarken, aklımdaki kavramları Forever Lost ile birleştiriyorum. Düşüncelerin hep bir arka fonu vardır bana kalırsa. Böylesi gidişlerin, istemeden terk edişlerin tınısını God is an Astronaut‘a bırakıyorum. Sonra kapatıyorum ışığı. Ve kulaklığımı takıyorum. Karanlığa en çok yakıştırdığım tınıların kulağıma dolmasıyla ben de karanlığa karışıyorum. Ertesi gün her şeye alışmış olarak kalkacağımı o an bilmeksizin, belki de bilmek istemeksizin…

Evet, insanız unutuyoruz. Ama yine de,

“…hiç unutmayın. İnsan nasıl direnir başka? Hiç unutma!”

Tags: , , ,

İlginizi Çekebilir

VİDEO | LA ROUX – “LET ME DOWN GENTLY”
BİR BABA INDIE #3 (16.05.2014 @ Açık Radyo)

Yazar

Bize Katıl!