Birazdan okuyacağınız yazıda adı geçen şahsiyeti tanımıyor olabilirsiniz. Tanıyor ama kimse bilmesin, ayağa düşmesin diye gizlice dinliyor da olabilirsiniz.
Ben Blue Jeans”‘i biliyorum gerisini de merak ediyorum diyorsanız doğru yerdesiniz. Çünkü Lana Del Rey nam-ı diğer Elizabeth (Lizzy) Grant hafife alınmaması, iki üç cümleyle geçiştirilmemesi gereken bir şahsiyet. Yakın zamanda adından epeyce söz ettireceğini biliyoruz. Kimdir, nedir, ne yer, ne içer, o dudaklarda bi asimetri var ama ne gibi sorularınıza tatminkâr cevaplar alacaksınız ancak bu yazıda değil. Bu yazı tamamen yazarın hissiyatları ölçüsünde oluşturulduğundan ya şimdi okumayı bırakın ya da… Bırakmayın ama yaa, benim de söyleyeceklerim var!
Hemen hemen her Amerikan filminde kendine sahne bulan American diner’lerını bilirsiniz. Genelde kamyoncuların uğrak yeri olan, yoldan geçen diğer taşıtların ayaküstü bir şeyler yiyip dinleneceği mekânlar. Burada çalışan genç ve güzel Amerikan kızlarının tek bir hayali vardır. Bu küçük kasabadan bir gün kaçıp New York’ta yeni bir hayata başlamak. Benim izlediklerimde böyle oluyor genelde. Lana Del Rey şarkılarını ilk dinlediğimde kafamda hep böyle bir sahne vardı. Aradığı aşkı bulamamış, güzelliğini kasaba sınırlarının dışına çıkarmak isteyen, bunun için büyükannesinden akıl alan, çocuksu bir masumiyetle hoşlandığı ilk adamın kollarına atılacak olan, hüzünlü, seksi bir küçük kasaba parti kızı…