Kolektivizm ve Çatışmacı Ruh

Gönül İşi

Eskiden Serasker Caddesi Piri Çavuş Sokak‘ta insanlardan daha çok kediler vardı. Sokaktaki kedileri çoğunlukla ciğerle besleyen yaşlı teyzeyi hayal meyal hatırlıyorum. Kediler en çok orada yoğunlaşırdı. Bir de ud lüthier‘i vardı. Önünden her geçtiğimde camdan içeri “ne yapıyor bu adam” diye bakar dururdum. Aynı sokakta rahmetli Emin Amca, iki katlı müstakil dairesinde yaşar ve her gördüğü insana gülümserdi. Şimdilerde evinde bizim dükkanda çalışan Ercan Abi, eşi ve üçüz çocukları oturuyor. Aynı sokakta halamın gelinlik, İbrahim Abi’nin bilgisayar dükkanı vardı. Bizim dükkan hemen sokağın sonunda ve kalabalık bir şekilde hayatını sürdürürdü. Hafta içleri sakin, hafta sonları sabahlara kadar afiş yapıştıran bir sürü insan vardı; Sinan Abi, Şenol Abi, Murat Abi, Engin Amca, Murat Amca ve Nursin Abla…

15 yıl geçti üzerinden. O sokakta 72 model bej Mercedes’in önünde ağabeyimle babam işten çıkana kadar top oynar, Kadıköy‘ü turlar tekrar geri dönerdik. Bizim dükkan kapandı, hâlâmın moda evi, İbrahim Abi’nin bilgisayarcısı… Günden güne içinde yaşayan insanlarla birlikte eridi o sokak. Başka bir şeye dönüştü. Bir sürü masa, sandalye akabininde bir sürü insan getirdi ve kediler sokaktan kimse fark etmeden aforoz edildi. Tıpkı kentsel dönüşüm ile delme çatma evlerinden çıkartılan gariban insanların, şehrin dışına itelenmesi gibi. Nüfus kağıdımda bile doğum yeri “Kadıköy” yazan bir insan olarak, bu Kadıköy’e ait olmadığımı hissediyorum uzun zamandır. Bu dönüşümün hemen başında siyasi partilerin gençlik kolları Piri Çavuş Sokak’a konuşlanmaya başlamıştı. Sayıları git gide arttı. Oraya kendi kültürlerini ve yaşamlarını getirdiler. Ara ara o sokağa gidip, oradaki kafelerde arkadaşlarımla birlikte oturuyoruz. Ruhen, çocukluğumun geçtiği o sokakta oturuyor olsam da, fiziken yabancı bir sokakta muhabbete dalıyoruz. En son gittiğimde binaların birinde kocaman bir Mahir Çayan resmi gördüm. Hâlâ onu oraya nasıl çizmişler anlayamadım. Hem kusursuz, hem zor iş. Hiçbir siyasi veya ideolojik konuyla ilgim yok ama samimiyete ve şeffaflığa doğrudan merakım var. İnsanlara dokunmak ve anlattıklarını dinlemek gerektiğine inanıyorum.

O masada otururken, gözlerimi Mahir Çayan‘a dikmiş vaziyette bir düşünceye daldım. İç sesime şunu dedim: “çoğunluğu tenzih ediyorum ama bazı insanlar henüz birey olamamışken deli gibi sosyalizmi savunması ne tuhaf değil mi?” Birey olmak, kendine dönüp hayatta neden var olduğunu sorgulamak; tüm bunlardan bir sonuca varıp kendin ile hayat arasında akılcı bir bağ kurup, diğer insanlarla salt bir sevgi köprüsü inşa etmek gerekmez mi? Ben, henüz kendimi anlayamamış, öğrenememiş ve zihnimdeki zenginliği keşfedememişken, toplum adına bir şey düşünmem, fiziksel veya düşünsel eylemde bulunmam nasıl söz konusu olabilir bilmiyorum. İletişim kurarken, duyarlılığının öncesi ve sonrasıda insana olan gözlemlerin ve tecrübelerin ışığında iki kelam ediyor olmak gerekir. İki değil de, tek kelam ettiğinde de eksik kaldığın yanı öğreneceğim düşüncesinde yaşamak gerekir.

O sokağın evrimi gibi hayatımız. Çocukluğunu özlediğini iddia eden sayısız insandan biriyim. Romantizm kasma gibi bir derdim yok. İnsanlar, çocuklarla pragmatist ve hedonist bir algıdan uzak iletişim kurmasının sonucudur bu iddianın sebebi. Esasen kimsenin “çocuk kalmak” gibi bir derdi ve özlemi de olduğunu sanmıyorum. İnsanlar karşılıklı iletişimdeki yitirilmiş “samimiyete” yönelik serzenişte bulunurken bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

Büyüdükçe iletişimde yer değiştiren ana faktörlerin tepesinde, kral tahtında oturan hazlar ve hırslar, gerçek bir diktatöryel rejimi simgeliyorlar. Halı hazırda bu rejimi duygularla simgeleştirmediğimi, günümüzdeki insan ile tarif ettiğimi bilmenizi isterim. Tüm bu düşünceler ışığında kendi minik çevremizde, az ve öz insanla kurduğumuz iletişim ağını korumaya ve büyütmeye; bunu yaparken de gruplaşma kültürü ile kendimize sınırlar çizmemeye çalışıyoruz. Herhangi bir sebepten dolayı birisini sınır dışında bırakma gibi bir düşüncemiz yok; olmadı da… İnsanlarla bir arada, hiçbir sebebi olmadan muhabbet etmenin, onlarla birlikte nefes alabilme heyecanımız dışında şu hayatta tükettiğimiz başka bir şey yok; bir de zaman tabîi.

Hatta daha ileriye götürerek “aile” olgusunun bile hastalıklı olduğunu konuşabiliriz. Aile fikri önümüzdeyken asla gerçek bir özgür iletişimden bahsetmemiz mümkün değil. Aile dediğinizde kendi kan bağınızdan olanlar ile olmayanları ayırırsınız. Hayat karşısında bu iki insanın karşılaştığı her noktada, haklı olsun ya da olmasın önceliği kime tanıyacağımızdan çok eminiz. İlk gruplaşma eğilimi burada yani ailede başlıyor. Sonra arkadaş çevresi. Sonra ait olduğun sosyal çevre. Sonra yaşadığın şehir, Sonra yaşadığın ülke, Sonra… Sonra… Sonra… Bu anlamsız sonraların tükendiği noktada ortada tek bir küme kalıyor. Dolayısıyla bugüne kadar ortaya konan her şey bütünleşiyor. O bütün olan şey yanıp kül olduğunda hiç kimseye öncelik tanınmayacak ve birlikte yok olacağız. Durum ortadayken ben daha önce görmediğim, dinlemediğim ve dokunmadığım bir insana sınır çizemem.

İnsanların bir ideolojiye bağlı kalmadan, kolektivist bir algıyla tüm insanlarla iletişim hâlinde, birbirini kucaklıyor olması ya da bir gün kucaklaşacak olma ihtimali etrafı rengarenk, çiçek bahçesine çevirecektir. “Çatışmacı ruh”, nezaket dolu cümlelerinin ardına gizlediği, sadece kendi sınırlarında olana sunduğu “sevgi” sözcükleriyle bir bütünü kucaklayamaz. Geçmişten bugüne insanların bir türlü “barış”ı getirememesinin sebebi de bundan kaynaklıdır. Sen veya ben ile başlayan cümlelerde, sadece kendi çıkarlarınla örtüştüğü için bir şeylerin meşru/mübâh olduğunu düşündüğün her an yeni bir bölünmeye neden oluyorsun. Haklı ya da haksızlık rekabeti, önde veya öncü olma düşüncesi, “en iyisi” olma çabaları ile hareket etmeler sadece zaman eksiltmez; aynı zamanda insan eksiltir.

Bir müzik blogunda bu yazının ne işi mi var? Müzik arka fonda çalıyor ya! Yazarken, çalarken, yürürken; yaşarken…

Yemek için babasının evine gittiğinde ailenin oturduğu masaya oturmadı: “Ben hayatta bilinçli olarak köpeklerin yolunu seçtim; köpek kalacağım, fakir olacağım, ressam olacağım, insan kalmak istiyorum – doğaya karışmak.” / Vincent Van Gogh / Otoportre – Arles, Kasım-Aralık 1888 / “Van Gogh”, YKY Yayınları – Sayfa: 120

Resim: Saint-Maries Sahilinde Balıkçı Tekneleri / Arles, Haziran Sonu 1888 / “Van Gogh”, YKY Yayınları – Sayfa: 78

Tags: , , , , , , , ,

İlginizi Çekebilir

Günümüzde Müzik Sektörü (1. Bölüm)
Jack Frusciante è Uscito Dal Gruppo

Yazar

Bize Katıl!