Parlak Bir Kariyer İçin: “WHIPLASH”

Gönül İşi

Bu aralar Whiplash ismini filmi izlemediyseniz dâhi mutlaka bir yerlerde okumuş ya da duymuşsunuzdur. Filmi henüz izlemediyseniz muhtemelen doğrudan ya da dolaylı olarak, filmi izlemeniz için baskı altında kalmış olabilirsiniz. Bende bu baskı ile filmi izledim. İyi bir sinema izleyicisi değilim ama yaşam tarzı gereği her zaman müzik temalı filmlere ilgi duymuşumdur. Söz konusu Whiplash‘in teması müzik olunca baskıyla birlikte izlemek kaçınılmaz oldu.

Filme dair yazıyı neredeyse 2 haftadır yazma gayretindeydim. Beynimi çok fazla şeyle meşgul ettiğim için bilgisayarın başına geçip düşüncelerimi yazamadım; fakat etrafımdaki insanlarla sık sık konuştum. Filme dair düşüncelerim kafamda cereyan ederken içimde söyleyeceğim her şeyi Mehmet Tez yazdı ve bir nevi beni rahatlattı. Benim yazacaklarım da Müziği Iskalamış yazısından farklı değildi. O yüzden ben filmin detaylarına tekrar bakıp, Mehmet Tez‘in güzel yazısına eklemeler yapacağım.

Filmin başrolünde inanılmaz iyi oyunculuk sergileyen J.K. Simmons, daha önce yine müzik temalı The Music Never Stopped filminde başroldeydi. İki filmde de otoriter bir karakter çizen J.K. Simmons birinde dikta, kibir, ego; diğerinde ise geleneklerine daha fazla sarılan, baba kurallarını çiğnemekten korkan insan profili çiziyor. Eğer izlemediyseniz 2011 yapımı bu filmi izlemenizi öneririm.

Whiplash’i neden eleştiriyoruz?

Öncelikle şuna değinmek isterim: Damien Chazelle, eğer egoyu, hırsı eleştiren bir film çekmek istediyse bunu daha iyi anlatamazdı; fakat tam tersiyse işte o zaman hastalıklı bir adamın kalemine karşı iyi şeyler düşündüğümüzü söyleyemem.

Eğer filmi izlemediyseniz yazının geri kalanı filmden alıntılar içermektedir.

Filmin henüz başlarında bizi toplumun büyük ön yargısı ile karşı karşıya bırakıyor. Andrew ve babası sinemada, film başlamadan hemen evvel günü değerlendiren bir konuşmaya başlıyor. AndrewFletcher‘ın kendisini egzersiz yaparken izlediğini ve Fletcher’ın kendisini beğenmediğini yumuşatarak babasına aktarıyor. Babası da tıpkı bizim Mehmet Amca gibi “Önünde birçok seçenek var hâlâ” diyor. Ebeveynler çocuklarının doğumunun hemen ardından onlara bir gelecek kodlamaya başlıyorlar. Yani statü sevdamız bize sonradan bahşedilen bir şey değil. Doğar doğmaz bizden bir şey olmamız isteniyor. Ne istediklerini biliyorsunuz uzun uzun yazmama gerek yok ama ebeveynlerimizin o kodlamalarının dışına çıktığımızda ise işler başka boyuta geçiyor ve çatışma başlıyor. Yani Fletcher‘ı suçlamaya, Andrew‘in aptallıklarına sövmeden önce ebeveynlerini sağlam bir şekilde anmak gerek. Şahsen buradan çıkartılacak ders kendi adıma çocuğuma doğru olduğuna inandığım şeyi göstermeyi değil de doğru olduğuna inandığı şeyi öğrenirken sorgulamayı göstermek olurdu.

Andrew‘in babası, oğlunun kendi yaşına geldiğinde başka bir bakış açısı kazanacağını iddia ediyor. Andrew ise bakış açısı kazanmak istemediğini söyleyerek daha filmin başında kendisiyle çelişiyor. Yine sevgili ön yargılarımızdan biri şu. CEO olmayı arzulamak kadar müzik yapmayı arzulamak da hastalıklı bir durum olabilir. Her ikisinin temelinde de düşünce vardır. Dolayısıyla aradaki kelimenin ne olduğuna aldırmaksızın majör olarak kapitalizmi aşağılarken dikkatli olmak lazım. İçerisinde bulunduğunuz yaşam biçimi de hastalıklı olabilir. Andrew zaten bir bakış açısına sahip ve sahip olduğu bakış açısını körü körüne savunduğu için büyük yıkımı yaşaması da en olası sonuç

Erkeklerin hayat içerisinde önemli rollerde olması, öykülerde süper kahraman olmaları gibi meselelerde onu ön plana çıkartan gücün ve o güce ulaşma arzusunun bir başka türlüsü Andrew‘in üzerinde de oldukça ağır bir yük. Andrew, çalışmaların yapıldığı salonun ilk karesinde iç geçirerek Ryan‘a bakıyor. Yakışıklı, kaslı ve güzel bir kızla öpüşen Ryan aynı zamanda orkestranın birinci davulcusu. Andrew için bunun ne anlama geldiğini ve sonuçlarını birkaç satır sonra yazacağım. Zira, bu kısmı unutmayın. Unutmadan Greg, Ryan ile konuşurken Andrew‘in kötü çaldığını, Andrew‘in duyacağı şekilde söylüyor. Ryan ise bu cümlelere minik bir müdahalede bulunuyor ve ardından Andrew‘in yanına gelip kafasına takmaması söylüyor. Andrew‘in Ryan‘a yaptığını da ayrıca bu satırlarda birazdan paylaşacağım. –Andrew sana laflar hazırladım-

Fletcher aniden salona girer ve tüm egosuyla müzisyenleri test eder. Sonra da Andrew‘i seçer ve ertesi gün odasına gelmesini söyler. Bir gün evvel Ryan‘ın güzel bir kızı öpmesi sonucunda ezilip büzülen karakterimizin özgüveni tavan yapar. Her gün kaçamak bakışlarla takip ettiği, yiyecek bir şeyler aldığı Nicole‘un yanına gider ve ona “Benimle çıkar mısın” diye sorar. İşte tam bu noktada özgüven ile tanışıyoruz. Aynı adam, aynı karakter, aynı hisler ama bunları kullanma cesareti tamamen başarı kisvesi ile mümkün oluyor. Bu hastalıklı bir durum ve bu hastalıklı olma durumu kadın-erkek ilişkilerinde genellikle karşılıklı rol oynama şeklinde gelişerek büyür ve sonra sancılı olarak büyük yıkımlar yaşanır. Filmin devamında da aslında Andrew‘in kendisiyle yüzleşmesi sonucunda birtakım şeyler yaşanıyor. Burada anlamamız gereken şey sanıyorum başarılı olursan kabul görme olasılığının artması ihtimalidir. Mesela Nicole, bir gün evvelki Andrew‘in çıkma teklifini kabul eder miydi? İlk tepkisi aynı olacağı kesin ama sonrası? Andrew‘i başarılı olmaya iteleyen şey de aslında bu kabul görmeme kaygısıdır. Nicole aslında onun bu ön yargısını yıkıyor ama Andrew herhangi biri olmak istemediği için Nicole‘ün bakışlarındaki gerçeği görmüyor. Tıpkı Berk’in, Ali’nin ve Kerem’in kurumsal firmalarda, kravat takmaları, yüksek maaş almaları ve lüks harcamaları neden yaptıklarını fark etmedikleri gibi… Toplumların yazılı olmayan kuralları bizleri başarılı olmaya iteledikçe ve bu başarılı olmaya iteleyen şeyin gerçek sebebini çözmemiz hususunda bizi körleştirdikçe kördüğüm olmaya devam edeceğiz. Andrew gibi davranmaya devam ettiğimizden dolayı, Nicole‘lerin sınırlı direncinin de bir yerde tükendiğini iyi anlamak gerekiyor.

Filmin ilk çeyreği sona erdiğinde Tanner ile tanışıyoruz. Tüm iticiliği ile filme dahil olan Tanner, kendisine öğretilen ukalalığı ile ezik Andrew‘e emir veriyor. Şimdi biraz müzikten konuşalım ve bir önceki paragrafta bahsettiğimiz şeylerle harmanlayarak müziğin mental olarak ne ifade ettiğini sorgulayalım.

Fletcher salona geldiğinde tek bir çıt dâhi çıkmıyor. Müzisyenler büyük bir korku içerisinde; kimisi korku dolu gözlerle Fletcher’ı izliyor, kimisi ise kafası öne eğik bir şekilde kıpırdamadan bekliyor. Ben bu sahnenin aynısını askerdeyken yaşamıştım. Yemin töreni için prova yapılırken tugay komutanı esas duruşu kesinlikle bozmamamız gerektiği yönünde emir vermişti. Esas duruşu sadece emirle ya da bayılma, ölüm gibi şeylerle bozulabileceğini belirtmişti. Bir hatanın ne tip bir yaptırımı olacağını kestiremediğiniz için büyük bir stres ile kıpırdamadan duruyorsunuz. Dev bir soru soruyorum. Askeri disiplin ile müziğin ne alakası var? Müzik elbette kuralları, tekniği vs. olan bir şeydir ama müzik her şeyden önce hissiyattır. Komutanlar, bu katı kuralların ve ağır disiplinin sebebini olası bir savaş anında senkronize hareket etmek, kaybı en aza indirgemek için önemli olduğu vurgusunu yapmışlardı. Askeriye mantığıyla buna bir anlam verebiliyorum ama müzik için bunu bir kalıba oturtamıyorum. Müzik doğru şekilde çalınarak insanlara sunulabilir ama müzik en özel şekilde hatalı dâhi olsa samimi bir şekilde sunulduğunda insanların gönlünde yer etmektedir. Ben pek sevmem ama Duman‘ın ve Kaan Tangöze‘in performansı öncelikli olarak teknik ile değil yarattığı hissiyat ile açıklanır. Bu örnekleri genişletiriz ama uzatmayalım; müzik samimiyettir.

Fletcher, devam sahnelerinde gitgide çirkinleşiyor, müzisyenlere hakaret etmeye başlıyor. Hakaretlerinde bolca cinsel objelere/benzetmelere yer veriyor. Bu cinsellik tüm toplumlar için başa bela sanırım. Cinsel organlarımızın birinci görevinin üremek temelli işlevine, hazların aşırılığı girince işler epey değişiyor. Cinsellik yukarıda da bahsettiğim güç kelimesi altında kendi içinde negatif yönde değerleniyor. Böylesine hassas dengelerle cinselliğin başarı kavramı hasıl olduğundan bir insanın başarısızlığını tanımlarken cinsellik en kolay yoldan saldırma yolu olarak ön plana çıkıyor. Fletcher‘ın küfür etmesi ayrı dert ama küfrünün temasının cinsellik olması apayrı bir dert. Her ikisinin ayrı ayrı konuşulması gerekli.

Fletcher, şarkıyı bir kez daha duruyor. Bu sefer birisinin akordu bozuk. Müzikte akademik eğitim kısmında bir zaafiyet olduğu kanısındayım. Bu sözlerim çok eminim bir tartışma yaratacaktır; zira eleştiriyi karşılama ve cevap verme şeklimiz her konuda olduğu gibi saldırgan olduğundan ve buna fazlasıyla alışkın olduğumdan söyleceklerimden geri durmayacağım. Müzikte eğitim her zaman için şart olmayabilir. Seslere karşı zihinsel bir motivasyonunuz varsa onları duymaya çalışarak, konsantre olarak ve doğru bir mentalite ile ilerlediğinizde hiçbir nota bilmeden dâhi iyi bir kulağa sahip olabilirsiniz. İnsanın ruhsal ve zihinsel gelişimi, iyi bir psikolojiye sahip olması tamamen kendisine dönük arınmışlığı, bilgeliğe yönelik attığı adımlarla mümkündür ve müzik ruh ve zihinden bağımsız bir şey değil aksine ona en güvenli ve konforlu yol arkadaşıdır. Akademik olarak lanse edilen eğitimler kişilere bir kimlik kazandırır; halbuki müzik daha özgür bir alandır. Siz mükemmel bir eğitim ile kişiye harika piyano çalmayı öğretebilirsiniz ama onu sadece klasik müziğe hapsederseniz ona müzisyenliği doğasına aykırı bir tanımla sınırlar çizmiş olursunuz. Müzisyenler belli bir tarzın icracısı olabilirler ama müzisyenler hiçbir zaman bir şeye ait olmamalıdırlar. Onları kafalarındaki oluşan imgeleri bir araya getiren şeyler ne kadar özgürce uçuşabilirse ortaya çıkan eser de o kadar harika olacaktır. Öğrenmek kötü değil ama öğretilenin içinde bir kısıtlama varsa orada durmak gerekir. Tıpkı ilkokullarda din derslerinde sadece İslamiyet, tarih derslerinde Osmanlı’nın zaferlerinden bahsedilmesi gibi… Öğrenirken muhakkak ortaya atılan şeyin koşulsuz olarak sorgulanması gerektiği tezi savunulmalıdır. Özetle müzik duygusal bir sürecin teknik ve yetenekle harmanlanıp servis edilmesi denebilir. Orkestra ile çalınan hiçbir müzik bugün besteledim yarın insanlarla paylaştım gibi bir sürece ait değildir. Aylarca prova edilerek dinlenmeye hazır hâle getirilir, binlerce aşamadan geçirilir. Dolayısıyla burada eğer söz konusu müzisyenler insan ötesi varlıklar değilse Fletcher‘ın atladığı en büyük husus anlayış oluyor. Anlayış meselesinden konuşacaksak bırakalım müziği, başka hangi alanda bizim birinci düşüncemiz ki? Din, siyaset, kadın-erkek, futbol başta olmak üzere her konuda anlayışsızız. Başka düşüncelere, başka yaşamlara zerre anlayışımız yok. Fletcher işte bizim aynadaki yüzümüz. Akordu bozuk olan müzisyene yaptığı da tam olarak böyle. Mahalledeki Eşref amca da kolunda dövme gördüğü mahallenin gençlerinden Fatih’e “serseri” yaftası yapıştırdı. Çünkü Fatih onun ekseninde değildi ve akordu bozuktu. Özetle Fletcher bir eğitimciyse Elmer Fudd‘a anlayışla yaklaşıp onu kovmak yerine kazanmalıydı. Zira filmin devamında da Fletcher‘ın bu sapıkça müzik anlayışı yüzünden birçok müzisyeni nasıl harcadığı da konu ediliyor.

Bu sahnelerde en çok dikkatimi çeken şeylerden birisi de Fletcher‘ın ben merkezli düşüncesini doğrudan, saklamadan yansıtması. Elmer Fudd‘un kovulmadan önceki sahnede kendi orkestrasının sabote edilmesinden bahsediyor. Müzik hayatım boyunca virtüözlerin hepsinden tiksindim. Solo projelerden de ayrı ayrı tiksindim. Türk fantezi müziği solistlerinin arkasındaki orkestrasına kendi altında çalışan elemanlar gibi muamele yapmasından tiksindim. İsimler hiçbir zaman orkestralardan büyük değildir. Orkestralar ben değil bizdir. Kimisinin rolü, diğerine göre daha az ya da önemsiz gibi durabilir ama eserin değerinin yükselmesinde o tek vuruşluk müzisyenin rolü varsa bunu bir kıyasa götürmek doğru değildir. Mehmet Topal sezon sonunda gol kralı olmayabilir ama takım içindeki savunma ve atak organizasyonlarındaki rolü nedeniyle takımın en önemli parçasıdır. Burada takımdaki forvetlerden birinin gol kralı olması ya da Volkan’ın yiyeceği gol sayısının azlığına doğrudan etkisi vardır. Dolayısıyla Fletcher, sembolik olarak bildiğiniz diktatör rejimini temsil etmektedir. Diktatörlerin halkına karşı olan acımasız tutumları neyse, işte Fletcher‘ın yaptığı da faşizmin müzikal prototipidir.

Fletcher‘ın hakaretlerinin altını çizmeye devam edelim. FletcherElmer Fudd‘un obezite olmasına vurgu yaparak hakaret ediyor ve “Yarışmayı kaybettirmene izin vermem” diyerek Elmer Fudd‘u evine yolluyor. Müzik bir yarışma, rekabet ortamı değildir. Gerçek müziğin ruhunda, tabiatında asla çatışmalar, kapışmalar vb. bir eylem yoktur. Bakın size şöyle özetleyeyim: Büyük bir orkestra düşünün; yaylıları, üflemelileri, vurmalıları, tellileri ve solistleri olan dev bir orkestra. Bir de ülke düşünün içerisinde farklı dinleri, azınlıkları, kültürleri olan dev bir ülke. Türkiye geldi değil mi aklına? Ne tesadüf ki bende aynı şeyi ima ettim. Güzel bir eserin ortaya çıkması için bu enstrüman gruplarının bir arada, senkronize bir şekilde olması gerekiyor. Her biri büyük bir eserin parçası ve her birinin özel bir rolü var. Şayet bu enstrüman grupları birbirleriyle çatışsaydı ne olurdu? Mesela basit formda bir 4’lüyü düşünelim. Metallica parçalarını davul olmadan dinlemek ister miydiniz? İstemezdiniz. Müziğin en temelde öğrettiği şey birlikteliktir. Müzik, farklı grupların bir arada, senkronize hareket ettiğinde nasıl da büyülü bir şey ortaya çıkarttığını bize asırlardır ispatlamaktadır. Toplumların, Andrew‘in babasının anlamadığı şey de tam burada gizlidir. Onlar müziğe sadece hayatlarınını bir noktasında eşlik etsinler diye bakıyorlar; yani güzel bir gömleğin üzerine geçirdikleri ceket gibi muamele yapıyorlar.

Filmin geri kalanında Fletcher ve Andrew arasında türlü çirkinlikler, fiziksel şiddetler, hakaretler yaşanmaya devam ediyor. O yüzden benzer sahneleri atlıyorum. Bir iki sahneden daha bahsedip yazıyı noktalayacağım.

Yukarıdaki paragrafların birinde akademik eğitimin, müzisyenleri nasıl kalıplaştırdığından, sıkıştırdığından bahsetmiştim. Tanner‘ın notaların olduğu dosyayı kaybetmesinin ardından çaresiz kalışı ve koltuğunu kaptırması da işte bu dayatılan sistemin bir müzisyen değil etten bir makina yetiştirdiğini göstermektedir. Gayet açık ve tarihler boyu ispatlarıyla dolu bir şeyi tekrar yazmama gerek yok sanırım.

Andrew ve ailesinin arasındaki en sert tartışma yemek masasındaki sahnede geçiyor. Tek söyleyebileceğim o masada haklı olan tek kişi tatlı getirmek isteyen kadındır. Toplumun başarılı gördüğü alanlar ile başarılı görmediği alanların kıyaslaması ile kişisel egoların çarpıştığı, arada olayı yalandan yumuşatmak için kullanılan arkadaşlık terimi var ki, tamamen facia. Arkadaşlık kavramı salt sevgi ile tanımlanabilecek bir şey. Bunun ait olunan kimlik ile bir ilgisi yok. Hastalıklı ailemizi yemek masasında bırakıp sonraki satırlara geçelim.

FletcherAndrew hırslansın diyerek Ryan‘ı orkestraya davet ediyor. Sonra aralarına Tanner katılıyor ve üçü arasında kan ter içinde bir rekabet başlıyor. Fletcher, Andrew‘i kazanmak için gözünü kırpmadan iki davulcuyu birden harcıyor. Filmin sonlarına doğru bu rekabette kaybeden Tanner‘ın tıp fakültesine geçiş yaptığını öğreniyoruz. Hırslanan, kaybetme korkusuna kapılan Andrew ise evlere şenlik bir kafaya geliyor. Filmin başında Greg‘in hakaretinde kendisine moral veren Ryan‘a gerçekten yamuk yapıyor.

Andrew‘in müziği çok yanlış anladığı sahneye gelelim. Güzeller güzeli Nicole ile ayrılma sahnesi, tam anlamıyla hırsın, kibirin, güçlü olmanın yarattığı hazzın çöktüğü noktadır. Bu insanın hayatının her alanında yarattığı putlara karşı doğurduğu fanatizmin eseridir. Bu sahnede Nicole, Andrew‘e tüm hayal kırıklığı ile, “engel mi olacağım” diye soruyor. Andrew, “Evet” diyor ve Nicole gidiyor. Andrew filmin devamında hırsıyla orantılı olarak kaybetmeye başlıyor. Önce Nicole‘ü sonra onu kaybetme uğruna seçtiği müziği… Burada esas nokta şu; müzik ya da herhangi bir şeyi fanatizm boyutunda hayatınıza soktuğunuzda onun tanrılaştırıp, ona hizmet etmeye başlıyorsunuz. Buradaki esas kritik mesele hayatta hiçbir şeyin insanın salt benliğinden daha değerli olmadığıdır. Etrafımızda sahip olduğumuz niteliklerin hepsi sadece hayatımızın renkleridir. Çiçeğin sarı renkleri toprak altındaki tomurcuğun uzantısıdır. Bizler tomurcuk olduğumuzun farkında oldukça, dışarıya sunduğumuz renklerin çeşitliliği bizim güzelliğimizi, arınmışlığımızı gösterecektir.

Filmin sonlarına doğru Andrew ve Fletcher tekrar karşılaşıyor ve Fletcher, Andrew‘i orkestraya çağırıyor. Başarılı olduğuna inana Andrew, eve döner dönmez yükselen egosuyla Nicole‘ü tekrar arıyor ve festivale davet ediyor. Tabi Nicole bu, durur mu? Yapıştırır cevabı: “Sevgilime sormam lazım”

Filmin kapanış sahneleri ise film boyunca parlatılan kahramanlık, güç, ego, ustalık falan gibi zırvalıklarla dolu. Bu kısımlar Mehmet Tez‘in yazısında belirtildiği için tekrar tekrar yazmanın bir anlamı yok.

Bu filmden çıkartılacak derslerden birisi şu; eğer ki müziği tüm tabiatıyla anlamak, yaşamak istiyorsanız bu filmi bir iki kere izleyin ve denilenin tam tersini yapın. Diğeri ise şu; eğer parlak bir kariyer, Coca-Cola’ya CEO falan olmak istiyorsanız bu filmdeki anlatılan her şeyi, harfiyen hayatınıza uyarlayın.

…ve son olarak bu filmde müziğin ötesinde şeyler anlatılıyor.

Diyeceklerim bu kadar.

Müsadenizle!

Tags: , , , , , , ,

İlginizi Çekebilir

YENİ ALBÜM | Soaked – “Wanted”
Other Lives’tan yeni single: “Reconfiguration”

Yazar

Bize Katıl!