Mogwai – Rave Tapes: “Ve sonra her şey bulanıklaştı”

Gönül İşiSanatçı İncelemeleri

Stuart bir süre önce üçüncü defa benzer bir rüya gördü. Gün boyu sert düşünceleri zihninde itina ile taşıyıp, onları zedelemeden yorganın altına girmişti. Bu Stuart için başarıydı; zira şaşırtıcı olan bu değildi. Kafasının içindeki bu sert ve yorucu düşüncelere rağmen, bu benzer rüyayı üçüncü defa görmesiydi. Gün içerisinde zihninin kıyısından bile geçmeyen bu düşüncelerin bir uyku halindeyken, zihnin esas konusu olması çok şaşırtıcıydı.

Diğer iki rüyada olduğu gibi üçüncü rüyada da yatağından kalkıp bir süre sessizce oturdu. O rüyadaki kadının sesini ve yüzünü unutmamak için zihnini toplamaya çalıştı. Oldukça zordu. Gözünü kapattığında dünden arta kalan bir sürü karmaşık düşünce akıp gidiyordu ve git gide rüyanın etkisi kayboluyordu. Bir sesi nasıl not edebilirdi ki? Bir sesi elle tutabilir miydi? Gözle görebilir miydi? Duyulan bir şeyi ve üstelik sadece kendisinin duyduğu bir şeyi nasıl kaydedebilirdi? Yapacak hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey!

Yatağa doğru sertçe yeniden yattı. Cenin pozisyonu aldı. Her gece yatmadan evvel dinlediği cd’nin ilerleyen dakikalarını teybin dijital ekranında izledi. Cd kim bilir kaçıncı defa tekrar çalıyordu ve bu çalan ilk şarkıydı. Stuart kaydedemediği sese ve unutmaya başladığı o yüze karşılık hissettiğini yansıtan yeni melodiler tasarlamıştı. Anlatamayacağı, tarif edemeyeceği o hisleri sadece bir şarkıyla dile getirebilirdi.

…ve cd yeni bir tekrarın ilk adımı bitirmek üzereydi. Gözler yeni bir rüya öncesinde, teybin dijital ekranına tekrar odaklandı. Dijital ekranda şarkının ismi son defa geçti: Heard About You Last Night

Gerçeği kaybedenlerin toplandığı bir otel odasında 3 kişi, yuvarlak bir masaya oturdular. Üçgen pozisyonunda bir yuvarlak üstelik. Bu üç kişi üç düşünceydi aynı zamanda. Kaybettikleri gerçeğin nedeni için hepsinin bir sebebi vardı ve tek tek bu sebepleri ortaya koyup onları yargılamaya başladılar. Biri düşüncelerini engelleyen şeyin ahlaki meseleler olduğunu, diğeri gerçekten sevgi denen şey yok ise gerçeğin bir anlamı olmayacağını,  sonuncusu ise herkesin kendine ait bir zamanı olduğunu ve yaşanan bu zamanının gerçek olduğunu belirtti ve ekledi: “Eğer paralel zamanların bir yerde kesişme olasılığı  yok ise gerçek denen şeyin de bir önemi yok!”

Gerçeğe dokunmamak için üç adamın üç temel değeri vardı. “Ahlak”, “sevgi” ve “zaman” gibi gerçek ile birbirine ne denli bağlı olduğu tespit edilemeyen şeyler. Üç adam 70 katlı otelin çatısına çıkmaya karar verdi. En tepeden baktıklarında aşağıda akıp giden bir hayatın olduğunu gördüler. Sokaktan geçen taksici ve onun düşüncelerinin ardında giden şeyi, karşı kaldırımda dilenen yaşlı kadını, otelin girişinde smokini ile bekleyen görevliyi, otoparkın girişindeki güvenlik görevlisini, evrak çantasıyla otelin önünden geçen, kahverengi parkalı adamı, trafik ışıklarını, elektrik kablolarını, rögar kapağını. Gerçek oradaydı ve üçüde değerlerini paraşüt yapıp aşağıya atlamaya karar verdi. Gerçeğe sağ salim ulaşmayı başaranın değeri onları ne kadar koruyacaktı. Bunu birkaç saniye sonra göreceklerdi.

Adamlardan sevgiyi savunan biri, “Bu sahne tıpkı Simon Ferocioustan bir kare sankidedi ve usulca atladılar. Üç adamdan geriye kalan tek şey olan gerçek üzerlerinden akıp gitti.

* * *

Kaldırımın üzerinde bacaklarına kadar örtünmesini sağlayan dev, siyah paltosuyla tiyatro oyunundan sonra dışarıya çıkacak olan grubu bekleyen bir kadın vardı. Elimde birkaç kötü kitap, sandviç ekmeği, peynir, salam ve meyve suyu ile bir bankın üzerinde oturup onu izledim. Güzeldi. Çok güzel bir kadındı. Belki de değildi. Orada o değil de başka kadın olsa o da güzel gelir miydi? Kadın gözlerini Remurdered afişine dikmiş hiç ayırmıyorken insanın kendi geçmişini kaç defa baştan yaratabileceğini düşünüyordum. Daha doğrusu geçmişini tamamen silip atmayı. Bunu ona bakarak düşünüyordum. Çünkü arkasını dönüp baktığında ona açıklamam gereken bir şeyler olacaktı.

Bu banka daha önce oturmayı düşünmüş ama vazgeçip yoluma devam etmiştim. Şimdi ise bu banka oturdum ve onun sorularını da cevaplayabiliyor olmam lazım. Buna gerçekten hazır olup olmadığımı hiç sormamıştım. Yine de sessiz kalarak takibimi sürdürdüm. Onun sorularına karşı verilecek senaryolar karşısında cevaplar tasarladım. Halbuki yaptığım sadece olağan bir anlamsızlık, kaygıların doğurduğu bir ön hazırlıktı.

…ve yapabileceğim en iyi şeyi yaptım. Banktan kalktım, Remurdered afişinin tam karşısına geçtim. Artık göz gözeydik. İçerideki tiyatro oyunundan insanlar çıkmaya başladı o sırada. Omzuma vurup geçenler, itekleyenler, çekil diyenler, elimdeki sandviç ekmeği, peynir, salam ve meyve suyu olan torbaya çarpıp yere düşürenler… Hepsine lanet ettim. Birkaç kere düşecek gibi oldum ama dengede kalmayı başardım.

Kadın dev paltosunu üzerinden atarak ayağa kalktı. Omuzlarına kadar sarı saçları, üzerinde çiçekli bir elbise vardı. Arkamda da sakallı bir adamın silüeti… Çantasından simsiyah parlayan bir silah çıkarttı. Ateş etti! Son..r…a he…r y….e..r.. b..u…l.an...ık..la…….şt….ıı…..

* * *

Elimde ekmek poşetiyle geçtiğim sokakların birindeyim. Eve varmama henüz dakikalar var. Sokaktaki evlerden birinin önünde 67 model bir Mustang park halinde. Sağ kapısı açık. İçinde 8-9 yaşlarında bir çocuk. Bir elinde gazoz, diğer elinde bez. Torpidoyu parlatıyor. Arabanın sol ön lastiğinde ise çocuğun babası var; bir elinde gazoz, diğer elinde bez ile çamurluğu siliyor. Mustang’in anahtarı kontakta takılı bir şekilde sallanıyor. Gözüm ona takıldı geçerken. Sadece anlık bir hipnozdu benimki.

Çocuk babasına seslendi. Torpidoyu nasıl parlattığını göstermek istiyordu. Güneşin de desteği ile çocuk parlattığı torpidoyu gururla babasına sundu. Babası da onun bu başarısını cebinden çıkarttığı parayla ödüllendirdi. Çocuk çekinerek parayı cebine koydu. Babasına arabayı çalıştırmak istediğini söyledi ve izni aldı. Şoför koltuğuna geçip, kapıyı hızlıca kapattı. Babası açık camdan içeri doğru eğildi, “Sadece çalıştırmayı öğrettim sana, hareket ettirmek için büyümen lazım” dedi. Çocuk “Pek iyi!” dedi ve Mustang’i çalıştırdı. Üzerindeki poları çıkartınca, üzerinde Hexon Bogon yazan t-shirtü göründü. Birkaç kez gaza bastı ve sonra kontağı kapatıp arabanın içerisinde oturmaya devam etti.

İşte o an çocuğun sonraki zamanına kadar onunla birlikte olacaktı. Üzerine bir daha olmayacak t-shirtü, aklına sığmayacak hayalleri ile birlikte bugünü harcayacaktı ama o anı hep yaşayacak ve en önemlisi hep özleyecekti; ve belki babasını da…

* * * 

Kapıyı sertçe birkaç kez vurdu. İçeriden kapıya doğru yaklaşan ayak sesleri duyuldu. Kapıdaki kadın kapıyı açmadan evvel, kapıyı çalanın kim olduğunu sordu. Adam ses vermedi. Kadın tekrar sordu. Adam tekrar kapıya vurdu. Kadın tekrar sordu. Adam tekrar kapıya vurdu ve bu olay onların diyaloğuna dönüştü. Kadın kapıyı açmaması gerektiğini çok iyi biliyordu ama açmamak için kendini zor tutuyordu. Adam sessizliğini korumaya devam ediyordu. Kadının ise bağırmaktan sesi kısılmıştı.

Kadın daha fazla direnmedi ve kapıyı açtı. Adam hiçbir şey söylemeden içeri girdi. Kadın, adamın ardından kapıyı sessizce kapattı. Adam epey uzamış sakallarını ovuşturarak evi dolaşmaya başladı. Kadın da peşi sıra… Adam, kadının sevgilisiyle çekilmiş fotoğraflarını alıp tek tek inceledi. Kadın, adamın bir şey sormamasına rağmen sevgilisini anlatmaya başladı. Onu sevdiğini, onunla geçirdikleri güzel günlerden falan bahsetti. Adam, duymuyormuş gibi davranmaya devam ediyordu. Kadın ise anlatmaya devam ediyordu.

Adam resimlerden birini duvardan söküp tekli koltuğa oturdu. Kadın da tam karşısına. Uzun süre göz göze bakıştılar. Adam cebinden bir not defteri ve kalem çıkarttı. Bir şeyler yazmaya başladı. Kadın da uzaktan onu takip ediyordu. Gözlerini bir an bile kaçırmadan. Adam yazacaklarını bitirdi. Defterdeki yazılı sayfayı kopartıp sehpanın üzerine bıraktı. Kadınla sevgilisinin birlikte çekilmiş fotoğrafını da yanına koydu. Ayağa kalktı ve geldiği gibi gitti.

Kadın titreyen elleriyle sehpadaki kağıtta yazan yazıyı okumaya başladı. Adamın yazısı o kadar kötüydü ki, Replenish* yazmıştı fakat Repelish diye okunuyordu. Ufak not defterinden kopartılmış sayfa bu şekilde başlıyordu ve şöyle devam ediyordu:

“Bazen aldığın kararlar son kararın değildir. Aldığın kararları son kararın olarak algıladığın için bir seçim yapmak zorunda bırakıyorsun kendini. Halbuki fiziki zamanın bitene kadar sonsuz kez deneme hakkın var. Doğru tek bir şeyden oluşmamaktadır. Bizler ait olduğumuz zamanın doğrularının yarattığı sonuçları yaşıyoruz. Seni yargılamaya geldim ve şimdi gidiyorum. Kapıyı açıp dışarı çıkıp çıkmayacağına karar ver. Ben Martin… Martin Bullock!”

* * *

Rollercoaster’ın yarattığı duygu karmaşıklığı konusunda sebepsizce gülümsedim. Bir şey insana korkuyla karmaşık bir şekilde mutluluk verebilir miydi? İnsanın iç dünyası ne kadar karmaşıktı. Halbuki dümdüz bir his ile algılanması bekleniyordu. Bu duygu karmaşasını sonlandırmak için evden çıkıp, tek başıma lunaparka gitmeye karar verdim. Yalnız olarak yolda yürümenin tek eğlenceli yanı özgürce müzik dinleyebilmektir. Lunaparka yürürken dinlenebilecek en iyi şarkı olarak RHCP – Love Rollercoaster‘ı seçtim. Bu şarkıda rollercoaster’ın o karmaşık duygusunu aynen aktarıyordu.

Rollercoaster’daki duygu karmaşıklığını düzeltmek için 3 tane jeton aldım. Birinci binişimde sadece korkuyu yaşamaya odaklandım. Gerçekten çok korktum. Kendimi kastığım her an midem yukarı doğru kalktı. Kasıklarıma ağrılar girdi. Üzerimden ter boşaldı. Hatta en zirvesinden aşağıya doğru inerken, kendi kendime indiğimde koşarak eve gideceğimi söyledim. Rollercoaster durduğunda çıkış kapısına doğru yöneldim. Sonra vazgeçip tekrardan sıraya girdim. İkinci defa bindim. Bu sefer kesinlikle eğlenmeliydim. Nefesimi ciğerlerime kadar çekip, aldığımdan daha yavaş bir hızla dışarı verip gevşedim. Yüzümdeki hissiz görüntüyü olumluya çevirmek için gülümsemeye başladım; sanki başıma çok iyi bir şey gelmiş gibi. Yaşam koçu olabilirdim. Şimdi; şu anda. İnsan kendini şartlamayagörsün. Dakikalar önce korkudan öleceğimi zannederken şimdi her aşamasında, hatta en zirvedeyken bile gülmekten, kahkahadan kendimi alıkoyamıyordum. İndiğimde hiç beklemeden üçüncü defa, son jetonumla sıraya girdik.

…ve şimdi eylem vakti! Cüzdanımı arka cebimden alıp montumun iç cebine koydum. Rolercoaster hareket etti yavaştan. Bu sefer son derece hissizdim. Eyleme odaklandım. Ne çığlık attım, ne gülümsedim; ne de vücudumda kasılmalar ya da gevşemeler oldu. En zirveye geldiğinde iyice yavaşladı rollercoaster. Cüzdanımı cebimden çıkarttım. Elimle havada tuttum. İçini açtım diğer elimle. İnsanlara susup beni dinlemesini söyledim. İnişe geçmeye saniyeler vardı. Cüzdanın içindeki her şeyi tek tek aşağıya doğru atmaya başladım. Paraları, master card logolu kartlarımı, bir kaç demir parayı, kart vizitleri, vesikalık fotoğrafları… Seslendim herkese “Şimdi sıra bende!”

Bir anda panik olup çığlık atmaya başladı herkes. “Yapma!” diyenler, “Bizi indirin!” diye bağıranlar falan işte; bilirsiniz! Korkuyorum ki o anda bana acıyan insan sayısı çok azdı. Tek istedikleri böylesine bir felakete tanık olmak istemeyişleriydi. Metrelerce yüksekten bir adamın aşağıya parçalanarak inişine kim tanık olmak isterdi ki? Tabii ki hiç kimse!

Eylemim başarıya ulaştı sanıyorum. Rollercoaster’dan indiğimde koşarak eve geldim. O an insanlar rollercoaster’ın duygu karmaşasından çıkıp tek bir şeye odaklandılar. Kimisi bencilliğine, kimisi acımaya, kimisi ise korkuya! Ne garip bir şeydi insan olmak. Duygularıyla oyun hamuru gibi oynanabilen ve başka hiçbir şey ile var olması mümkün olmayan bir sürü vücuttan ibaretti.

* * *

Onu anlamakta zorlandığı, çoğu zaman ilişkisini bitirmemek için direndiği olmuştu. Bazen çok sert tartışmalar yaşayıp, uzun süre ayrı da kalmışlardı; fakat sonra tekrardan, hiçbir şey olmamış gibi devam ettiklerinin sayısı da bir hayli fazlaydı. Değişen neydi kimse buna akıl sır ediremiyordu fakat üzerinde uzun uzun düşününce yaşanan tartışmaların temelinde sınırlar çizen iki taraf olduğu gerçeği ortaya çıkıyordu.

Adam bir gün kafede oturmuştu bunu düşünüyordu. Hayatına çizdiği sınırları ve ona yaşattığı travmatik sonları. Sarı ışıklarla donatılmış kafe, hava kararınca iyiden iyiye kendini eski zamanlarda bir yere ışınlıyordu. Menüden bol sütlü bir kahve sipariş edip çantasından defterini, kalemini çıkarttı. Garson bol sütlü kahve siparişi, yanında çikolatalı kek ikramı ile adama sundu. Adam defterine sınırlar başlıklı notlar yazarken doğru olan düşünceyi yazarak bulmaya çalışıyordu. Bir ara kafasını kaldırdığında karşısında beyaz saçlı bir adamın oturduğunu gördü. Onun masaya oturduğunu fark etmemişti. Bir anda donakaldı. “Afedersiniz! Fark etmedim”, “Sizi tanımıyorum. Özür dilerim. Kimsiniz?” diye sordu. Adam elini uzattı. “Tanımıyorsun ve bu yüzden içten içe şu an şaşkınlık yaşıyorsun. İtiraf et! İlginç bir şey yaşama ihtimalin, yani daha doğrusu buradan çıktığında ilk gördüğün insana ‘masama biri oturdu ve onunla çok acayip şeyler konuştuk’ diyecek olmanın kurgusunu yapmaya başladın, haksız değilim değil mi?” dedi. Adam ne demesi gerektiğini bilemedi. Kelimeler ağzında yuvarlanıyordu ama sesli olarak bir şey ifade edemiyordu. Yaşlı adam daha fazla zorlamadı. “Haydi şimdi söylediklerimi düşünmeyi bırak. Hemen hemen her insan bu tip duyguları yaşar. Adım Krish… Krish Deesh

Adam kahvesinden bir yudum aldı ve “Sizi dinliyorum. Söyledikleriniz doğru. Peki neden buradasınız?” diye sordu. Krish Deesh “Sınırlar…” dedi ve devam etti: “Şu an bu masada olan olağanüstü duruma hazır olmadığın için bugüne kadar bunu bilmiyordun. Bunu birkaç dakika önce deneyimledin. Masadan kalkıp, tekrardan oturduğumda düşüneceğin yeni bir düşüncen olacak. Yani yeni sınırların…”

Adam, Krish Deesh’in söylediklerini takip etmekte zorlanıyordu. Haklıydı ama ona ne cevap vereceğini bilemiyordu. Krish Deesh devam etti. “Şu an ben senin düşüncelerini aydınlatıyorum. Bu yüzden bana hak veriyorsun. Halbuki sorgulamadığın her dakika benimle ilgili düşüncelerine sınırlar çiziyorsun. Eminim epey büyük bir sınırdır. Mesela masaya şu an ikinci bir Krish Deesh gelse ve sana başka şeyler anlatsa büyük bir kıyasa girip, benim sana söylediklerimi başka düşüncelerle kıyaslarsın ve yeni bir yıkıma sebep olursun. Çünkü sen bugüne kadar kendini bir sınırın içerisinde görmeye alıştın. Kendin için güvenli bir alan yarattın ve onunla bütünleştin. Şimdi ve sonrasında sınırların sadece daha fazla genişleyecek ama hiçbir zaman sınırlarını yok edemeyeceksin.”

Adam, “Zorluyorsun beni ne yapmam gerekiyor?” diye sordu.

Krish Deesh tek bir şey söyledi ve masadan kalkıp gitti.

“Hiç…”

* * *

Uzun bir tren yolculuğu sonrası akılda kalan şey upuzun döşenmiş rayların bir yerde sona erdiği gerçeğiydi. Rayların etrafında bambaşka bir hayat, keşfedilmeyi bekleyen milyonlarca metrekarelik alan vardı ama yüzyıllarca o tren sadece belli bir aralıkta gidip geliyordu. Tıpkı resepsiyondaki görevli gibi, tıpkı bavulumu taşıyan çocuk gibi, tıpkı benim gibi.

Etrafımızda milyonlarca metrekarelik yaşanacak şey varken hayat dediğimiz şey ile kendimize çizdiğimiz bir rotamız var ve o rotada istikrarlı bir sıkıcılık ile yolcu görevini üstleniyoruz. Binlerce kez ara durakta inip başka bir yere gitmeyi istedik ve binlerce kez kapıya doğru yönelip, bir iki vagon ötedeki tuvalete kendimizi kilitledik.

Alt katımda bar, sahnede ise ismini daha önce duymadığım bir grup var. Soundcheck alıyorlar. Cover parçalar çalarak ses düzenini kontrol ediyorlar. Cover çalanları hiç sevmem, bir de üzerine blues çalıyorsa daha da sevmem. İki kişilik dev bir yatak var. Tek kişilik yatakta yatan biri olarak dev yatak bana çok geldi. Sol tarafım boş. Televizyonda bir spor kanalı açık ve sesi kısık. Etrafta üzerimden çıkartıp attığım pantolonum, gömleğim ve çoraplarım var. Üzerime giydiğim lacivert eşorfmanlar ile yatağa attım kendimi. Kameramı sehpaya bıraktım. İçerisinde yakın geçmişimde kaydettiğim birkaç görüntü var. Ben ve diğer herkes güzel görünüyor. Tamamını izlemedim ama güzeliz işte.

O yorucu tren yolculuğu ve düşündürdüklerinden sonra senin hayat akışının içerisinde, ellerinin arasında okunacak olan satırları yazmaya karar verdim; tam şu an. Hava yeni kararmışken. Sükunetim ve yetişkinliğim ile yazıyorum. Bu o kadar keyifli ki, salt bir güven duygusu veriyor. Sana dair heyecanımı, içten içe panik halde yaşarken kendi hayat akışıma da odaklanabilme imkanı arıyorum. Belli ki ilişkilerin en zarar verici ve saplantılı kısmını yaşamıyorum seni düşününce. Belki de ilk defa bir ara durakta inebilecek kadar cesaretim vardır. Ne dersin?

Merkezde Blues Hour Otel’nin 107 numaralı odasında bir başımayım. Aslında değilim. Kafamda bir sürü güzel düşünce ve yıllar sonra sakinleştirmeyi başardığım duygusallıklarım var. Trenleri düşünüyorum bir yandan. O kadar dar bir hayatın içinde mi yaşıyorum, yoksa yaşamıyor muyum diye. Belki senin yerine seni düşünerek haksızlık ediyorum; biliyorum, emrivaki yaptığım için özür dilerim. Zira seni hayatıma davet ettikten sonra, seni bu yolculuğa hapsetmekten korkuyorum. Elbette bir özgüvensizlik değil kastettiğim şey, sadece senin hayatına yanlışlıkla girip hayat akışına müdahale etme endişesi. Sonra bu düşünce anlamsız geliyor aniden. Sevgili annemin, babamla tanışıklığından önce bir ilişkisi varmış. Annem daha sonra babamla tanıştıktan sonra o adamdan ayrılmaya karar vermiş. Babamı henüz 37 yaşında kaybettikten sonra, biraz daha büyüyünce babamı hatırlamak için sorular sormuştum. Kendi hayatıma da ışık tutması için. Annem o zaman o ilişki yaşadığı adamın, seneler sonra bir motor kazasında hayatını kaybettiğini söylemişti. Yani annem eğer babamı değil o adamı seçseydi hayatının başka bir kısmında yine yalnız kalacaktı. Böyle düşününce anlamsızca geliyor her şey. Geleceği bugüne taşıyarak, bugüne tecavüz etmekten başka hiçbir şey yapmıyorum. Belki de bu yazdıklarım geleceğin bir ürünüdür. 

Sana yazdığım mektubu sonlandırmadan evvel son bir şey yazmak istiyorum. Trenin rotasını biliyorsun. Asla keyifsiz bir yolculuk olduğunu söyleyemem. Edward Hopper’ın tüm modelleri bu trende yaşıyor. Oldukça iddialı değil mi bu düşünce? Biletini alıp binmek istersen… Neyse, sen bilirsin işte! Dedim ya hayat istesen de istemesen de seni belli bir rotada tutuyor. Seçim yapman gereken şey sadece hangi rotada gideceğini seçmek. 

Sevgilerle,

Arturo

* * *

İzler tarihi adlı konferansında bulunmam tamamen rastlantıdır. Şehrin en işlek yerinin yanı başındaki, ufak bir semtte olan kongre salonunun önünden binlerce kez geçmiştim. Siyah canlı büyük binanın girişinde asılı bir sürü bayrak, şaşalı yazılar ile öylesine ağır bir imaj çiziyor ki orada olmayı düşünmek bile benimle alakasız bir bütün oluşturuyordu. Bunu sorguladım o binanın önündeyken. Kapıdaki görevliye içerideki etkinliği sorduğumda bilmediğini ama içeri girip bakabileceğini söyledi. Bu kadar kolay olmamalıydı. Elimde bomba yüklü bir çantayla içeri girebilirim dedim içimden ve bunu düşünün bir milyonuncu kişi oldum. Yine o bir milyon farklı insan gibi, birkaç saat sonra kendi yaşam alanıma döndüğümde bunu herkese anlatırdım; aynı cümlelerle. İnsanlar, başından geçen olayları nedense herkese anlatmak, paylaşmak isterler. Bunu anlayabiliyorum artık. Bu da aslında dünyaya “Ben de varım!” demenin bir başka yolu.

Kongrenin sonuna doğru girdim sanırım. Sahnede beyaz sakallı, şişman bir adam tarihten bahsediyordu. Oraya nereden geldiler, varılmak istenen şey nedir hiç bilmiyorum ama ilginçmiş gibi geldi. Öyle ya bu kadar insan buraya toplanmayı başardıysa oradaki bir çok şeyi ciddiye almak gerekti. Adam, sahnedeki görsellerin de yardımıyla resmen şov yapıyordu. Etkileyici bir ses tonu, doğrudan seyircinin dikkatini üzerine çekmek için yaptığı el kol hareketleri ile mesaj üzerine mesaj yağdırıyordu. Sahnedeki konuşma süresi sona erdiğine insanlar çılgınca alkışlamak için ellerini hazırlıyorlardı. Adam, kısa bir es verdi, ellerini iki yana açtı. Tam Oscar’lık bir performans ile ve pes bir tonda “No medicisine for regret” dedi.

Kongrede durup alkışlamayan bir tek bendim. Sanırım yine narsistliğim tuttu. Arkamı dönüm hızla dışarı çıktım. Oradan da eve… Bilgisayarı açıp bir şeyler yazmaya başladım. Kabul etmek gerekirdi bazı şeyleri ve ileriye adım atabilmek gerekti. Kabul etmek demek ise çoğu zaman insanların algısında özür dilemek gibi algı yaratıyor ama tam olarak kastettiğim bu değil. Geçmişin sunduğu şeyler üzüntüler yerine deneyim keyfi yaratması gerek. Tarihler boyu böyle bir şey ya hiç olmadı ya da olanı biz görmedik. İzler dedikleri şey de bu aslında. İzleri silmek yerine onları geleceğe taşıyacak bir obje olarak tekrar yaratmak gerek. Koluna dövme yaptıran adam pişmanlık duyduğu dövmesinin üzerini yeni bir şey ile kapatınca değişen bir şey olmuyor. İzler her daim, tüm şeffaflığı ile korunmalıdır. Paylaşılmalıdır. Onların yarattığı kazanımların bizleri yeni bir düşünceye taşıdığı konusunda kimsenin bir şüphesi olmamalı.

Doğaya dönüp baktığımda şunu anlıyorum: Mükemmeli sunmak için var gücüyle, gözünü kırpmadan çalışan bir şehir hayatı var. Mükemmel binalara her gün yenisi ekleniyor. Olmayanı oldurmaya çalışıyorlar. Yeni satın aldığınız dairenin apartman girişindeki paspasın kalitesinden, duş aldığınız kabinin malzemesine kadar her bir şey ile sizi ziyaret ediyorlar. Fakat, sonsuz mükemmellik sadece doğada vardır. Şehir hayatı sadece sonsuz ve daha iyi klonlama için mücadelesini sürdürür ama hiçbir zaman sonuca ulaşmaz. İzlerden kastettiğim belki de buydu. Şehirde büyüdüğümü inkâr edemezdim. Şehir hayatına ilişkin fark ettiklerim olmasaydı doğayı anlamam pek mümkün değildi.

Bu ilişkiler ya da her şey için de geçerlidir belki. Bazen kimin/neyin şehir hayatı,  kimin/neyin doğa olduğunu fark etmiyoruz. Ta ki kötü olanın bizi üzdüğünü fark edene ve fark edip bunu kabullenene kadar. Sevgili dostum Pirsig’in dediği gibi:

Doğrusu garip bir şeydi; gerçek, kapınızı çalıyor ve siz, ‘Git buradan, ben gerçeği arıyorum’ diyorsunuz ve o da gidiyor. Gerçekten garip.”

* * *

…Stuart bir günlüğüne Ilya Ilyiç Oblomov olmuştu. Yıllar evvel kitabın son sayfalarını okuduğunda en yakın arkadaşını kaybetmiş gibi hissediyordu. Onu yıllar sonra yad etmek için tekrar yatağına döndü. Başucundaki kitabını araladı. Son kaldığı paragrafı hatırladı ve okumaya devam etti.

Bir akşam, bomboş deniz kıyısı boyunca yürüyüşe çıktım. Neşeli değildi ama kederli de değildi, yalnızca çok güzeldi. Gökyüzünün derin mavisi üstünde benek-benek bulutlar vardı -kimisi, yoğun kobaltın temel mavisinden daha koyu bir mavi, kimisi de, Samanyolu’nun ak mavisini andıran daha açık maviydi. Bu mavi derinlikte yıldızlar ışıl ışıldı; yeşilimsi, sarı, beyaz, pembe, yıldızlar bizim orada olduğundan, hatta Paris’te olduğundan daha parlak, daha bir mücevher gibi yanıp sönüyorlardı: sanki opaller, zümrütler, yakutlar, safirler saçılmıştı gökyüzüne.

Deniz ise çok derin bir lacivertti -kıyı, biraz eflatun, biraz koyu pas ya da kuru yaprak rengi bana sorarsan, kum tepeciklerinin (aşağı yukarı altı metre var bunların yüksekliği) üstünde ise Prusya mavisi birtakım çalılar… Yarım sayfalık desenlerin yanı sıra bir de büyük boy desen çizdim. 

Şimdilik hoşçakal, ellerini sıkarım.

Senin,

Vincent**”

Teybin dijital ekranında son şarkı dönüyordu. The Lord Is Out Of Control ile yeni bir rüya akışına iyi geceler diledi MOGWAI.

*Pek bilmediklerinizde bugün: “Mogwai” | BantMag | Link

** Theo’ya Mektuplar – Vincent Van Gogh – Syf: 184, 185 (Yapı Kredi Yayınları)

:: Mogwai – “Les Revenants”

Tags: , ,

İlginizi Çekebilir

VİDEO | Warpaint’e Kurt Vile eşlik ederse ne olur?
Sebastien Tellier VS. The Boxer Rebellion

Yazar

Bize Katıl!