ALBÜM | Metallica – “Hardwired… to Self Destruct”

Albüm İncelemeleri

Metallica‘nın “Death Magnetic”i dinleyicilerine sunmasından bu yana 8 sene geçtikten sonra, yavaşça ve kendini hissettire hissettire gelen bir albümle karşı karşıyayız. Kimileri için “Metallica’nın kendini parçalayarak eski günleri yad etme çabası” kimileri için ise “Reklam ve abartmadan öte bir şey barındırmayan bir albüm”. Benim için ise “Hardwired… to Self-Destruct”, iki görüşünde birbiri içerisinde harmanlandığı, fakat her ne olursa olsun dinlerken çok zevk aldığım bir albüm oldu.

Öncelikle şöyle bir düşünelim. Sıradan bir dinleyicinin, Metallica gibi “Hall of Fame” bir gruptan yeni çıkaracağı albümü için isteyeceği şeyler ne olabilir? (Bu sıradan dinleyicinin Metallica diskografisine hakim olduğunu düşünüyoruz)

1. Kill ‘Em All ile Black Album arasındaki, thrash metal dünyasındaki en benzersiz albümlerin içindeki o tadı ve hazzı tekrar yakalamak.

2. Sound olarak yine bahsettiğim albümlerdeki maskülen, yırtıcı rifflerden, dokunaklı sololardan ve ayrıca “Mahşerin Dört Atlısı”nı andıran davul ritimlerinden bir kesit bile olsa dinleyebilmek.

3. James Hetfield‘in ses kondisyonunun üst seviyelerde olması. Çılgınlar gibi tizlerde dolaşıp, bir anda ezberlediğimiz “Yeaaaaa-aah” nidalarına ve kelime sonlarındaki “Aaaghh” uzatmalarını abartmayacak şekilde sürdürebilmesi.

4. Lars Ulrich‘in ise davul niyetine, teneke kutuları çalmaya çalışmaması (Biraz ağır oldu, kusura bakmasın. Napster olayından beri kırgınım kendisine).

Bunlar kısaca hemen akla gelebilecek şeyler, şimdilik böyle bir düzenleme yaptığımızı varsayalım. Hardwired… to Self-Destruct’ta neler var bir de onlara bakalım.

1. Uzun süre sonra, dinleyicilerin “setlist” belirlerken göz atacağı ve kesinlikle bu setlist içerisine dahil edebileceği en az 2 şarkı var. Bu durum dinleyiciler

2. Albüm yapı itibariyle Kill ‘Em All – Death Magnetic soundları arasında gidip gelen bir düzene sahip. Bizlere bazı sekanslarda yoğun olarak “thrash metal” hissiyatını ve beklenen “Hala taş gibi müzik yapıyorlar be!” durumunu hissettirmiş. Ama bölüm bölüm ise bazı şarkıların fazla uzun olmasından dolayı kimi zaman “Ne zaman bitiyor acaba!” dedirtecek kadar durağanlığını bizlere tattırıyor.

3. Davul konusunda Lars Ulrich en azından beni gerçekten etkilemiş durumda. Davul tonu benim için hala tam aradığım gibi olmasa da, ilerleme kaydedilmiş. Ritimleri inceleyecek olursak, kimi yerlerde aksak ritimleri takip etmeye çalışırken insan gerçekten zorlanıyor ama bazı yerlerde ise şarkıyı ilk kez dinlememe rağmen nasıl bir ritim geleceğini sonrasında ise gelecek atağın şeklini “Metallica klişeleri” ile anlayabiliyorum. Bunu olumsuz olarak ortaya koymuyorum. Çünkü o ritmin nasıl geleceğini bilme hissi ve dinleyicinin zaten bu ritmi beklemesi bir yerde “Metallica imzası” olarak düşünülebilir.

4. James Hetfield‘in sesi 20’lik delikanlı halindeki gibi olmasa da hala çok diri. Şarkıların içerisine hala duygularını ve aktarmak istediklerini pompalayabiliyor. Neden pompalamak kelimesini kullandım diye sorabilirsiniz. James’in yaptığı şey, icra ettiği müzik türüyle doğru orantılı olarak size bişeyleri aşılamak. Bunu yaparken sizi sesiyle hırpalıyor, kulağınıza bağırıyor. Bunu ilk albümlerinden beri yapıyor ve böylece insanın vahşi yüzünü, hırsını ortaya çıkartıyor. Bundan dolayı Metallica’ya bakışımız diğer gruplardan farklı.

5. Kirk Hammett için durumlar biraz karışık. Aslında iki yönlü diyebilirim. İlk durum, albüm içerisinde sözlerini yazdığı bir şarkı yok. Bu duruma Some Kind of Monster‘daki gibi bir çekişme değil içerisinde 250 civarı riff bulundurduğu iPhone’u, Kopenhag’ta bir havaalanında kaybetmesi sebep olduğu söylenebilir. Fakat işin iki yönü olan gitar konusunda ise bence gayet iyi iş çıkarmış. Albümü bir bütün olarak düşündüğümüzde, sağlam rifflerle dolu ve ayrıca albümde öne çıkan soloların “Metallica işçiliğinde” hazırlandığı belli oluyor. Fakat şarkıların bir kısmının fazla uzun olmasından rifflerde nasibini almış. Bazen müzik çalara bakıp, “Acaba kaç saniye kaldı” ya da “Ne kadar sürüyor bu şarkı” dediğim ne yazık ki oldu.

6. Robert Trujillo‘nun albümdeki performansı için ise genel olarak başarılı diyebilirim. Şarkıların içerisindeki bas ile davulun uyumu ve sağladığı bütünlüğü, bana göre uzun süredir sabırsızlıkla bu allbümü bekleyen bir dinleyici için tatmin edici.

Hardwired… to Self-Destruct, tüm bu yazdıklarımın ötesinde incelecek bir albüm aslında. Grubun yaşlanması, eski yırtıcılıklarından uzaklaşmaları, dinleyen kitlenin beklentileri gibi birçok değişkeni göz önünde bulundurursak bile hala dinlerken heyecanlandıran bir albüm ile karşı karşıyayız. Çok büyük beklentiler ile dinleyenlerin üzülmesi kaçınılmaz fakat seneler boyunca böyle büyük bir grubun müzik yapması, yeni bir şeyler üretmeye çalışması bana yetiyor. Benim için bu albüm, “İhtiyarların son eğlencesi” tadında olsa da tekrar tekrar dinlenilecek öyle şarkılar var ki, Metallica’ya saygı duymaktan öte bir şey yapamıyorum.

Metallica’nın son gözdesi, iki CD den oluşan bir albüm. CD’ler arasında müzikal ve hissiyat olarak bazı farklılıklar var. Bu nedenle albümü iki koldan incelememizde yarar var.

Albüme giriş yaptığımızda bizi Hardwired karşılıyor. Bir anda distorsiyon cennetinin içinde buluyoruz kendimizi. Lars Ulrich’in davulu bizi şaşırtıyor sonrasında “Buum!” James Hetfield sahnede ve hızlıca girip ortalığı kasıp kavuruyor. “We’re so fucked / Shit outta luck / Hardwired to self-destruct” Ardından Kirk, Kill ‘Em All ayarında bir solo atıyor ve albümün ilk şarkısından fazlasıyla gaza geliyoruz.

Atlas, Rise! bir sonraki durağımız. Yine sert bir intro, içerisindeki riff ve davul çok tatminkar. James’in arkasından devam eden müzik sirkülasyonu baş döndürüyor. Kirk Hammett’in solosu ise resmen “İşte aradığınız Kirk” diye bağırıyor resmen, çok etkileyici. Ayrıca James’in vokali şarkıya resmen tam oturmuş. “Crushed under heavy skies / Atlas, Rise!” dediği andaki ses tonu ve bu aralığı bu kadar efektif kullanabilmesi beni aşırı dercede delirtti diyebilirim.

Now That We’re Dead, bu iki çılgınlıktan sonra biraz aktif dinlenme gibi olmuş diyebilirim. Albümde arkada kalan şarkılardan ama yine de davul ataklarının  ile vokalin birbirini başarılı bir şekilde tamamlaması için bile dinlenilebilir.
Moth Into Flame ise bana göre müzikal olarak Atlas, Rise!’dan biraz daha geride kalsa da riff, solo, vokal ve davul olarak başarılı bir çalışma olmuş. Aslında tam bir old school çalışması ve bunu bekleyen dinleyicilerin favorilerine gireceği kesin. Sololar çok keskin, baslar ise şarkı içerisinde bütünlüğü çok iyi bir şekilde sağlamış. Yırtıcılığın ön planda olduğu şarkıda James’in arkasını fişek gibi ataklarıyla Lars, sağlam gitar riffleriyle Kirk ve başarılı bas performansıyla Rob dolduruyor.

Dream No More, albümün ağır başlı şarkılarından ve bunu introdan belli ediyor. Vokalinin yırtıcılıktan çok, ara ara James Hetfield’ten duyduğumuz maskülen bir şehvetle dolu olduğu şarkının en can alıcı yerinin Kirk’in dokunaklı solosu olduğuna kimse itiraz etmez bence.

Halo On Fire ise ağır başlılığı devam ettiriyor fakat bu sefer daha sert bir şekilde. Albümün öne çıkacak şarkılarından olmasına kesin gözüyle baktığım şarkıda, tempo yer yer yavaşlarken kimi yerde ise vokal ile yükseliyor ve dinlerken tatmin edebilecek bir şarkı ortaya çıkıyor. 8:15 dakika süren bu çalışmada ara ara aksak ritimler dikkat çekerken, belli bir yerden sonra ise şarkı farklı bir yöne evriliyor. Benim düşüncem ise bu kompleks çalışmanın bazı yerlerinde gerektiğinden fazla zaman harcandığı yönünde. Yaklaşık 4:30 ile 5:10 arasında bir karmaşa hakim. Şarkının evrilmesini biraz da yumuşak geçişle tamamlamak isterken, işi oldukça uzatmışlar.

İlk CD’nin genel izlenimi ise, sağlam ve hızlı bir giriş ile dinleyiciyle bağ kurduktan sonra Atlas, Rise! ile doruğa ulaştırıp sonrasında ara ara dinlendirip sonrasında tempoyu belirli bir yükseklikte tutup sonlandırmak üzerine kurulmuş bir bölüm olduğu yönünde.

İkinci CD’ye giriş yaptığımızda ise bizi savaş tamtamları karşılıyor. Böylece akıllara yavaştan “The Day That Never Comes” geliyor fakat Confusion genel yapısı daha sert ve yırtıcı. Farklı psikolojilerin içerisine sürüklüyor ve sorgulamaya itiyor dinleyenleri. Bana göre albüm içerisinde underdog kalacak fakat gayet sağlam şarkılardan birisi.

Manunkind, intro olarak çok yumuşak bir girişe sahip fakat sonrasında ortalığı ateşe veren bir riff ile devam ediyor. Aksak davul ritimleri bu şarkıya da hakim. Fakat ana düzen içerisinde riff ile davul birbirini başarılı bir şekilde tamamlıyor.

Here Comes Revenge ise Ride the Lightning döneminden fırlayan bir sekans ile başlayıp, James’in vokaliyle farklı bir yöne giriyor. Riffler ve başarılı davul ritimleriyle şarkı içerisinde karanlık bir atmosfer yakalanmış. 7:17 dakika süren şarkının süresine bakıp “Uzunmuş, kopukluk olmasa bari” diye korksam da sonrasında gerçekten özene bezene yapılmış bir şarkı olduğunun farkına vardım. Kendi düzenini bozmayan yapısının içerisine sağlam sololar ve James’in vokali girince, kendini dinlettiren bana göre başarılı bir şarkı çıkmış ortaya.

Am I Savage?‘i gördüğüm anda herkes gibi aklıma Diamond Head’in şarkısı olan sonradan Metallica’nın coverladığı “Am I Evil?” geldi tabii ki. Bu albüm bana göre biraz “son tango” olduğundan her yere selam çakılmış. “Am I Savage?”de bunlardan birisi. Öncelikle albümün ağır toplarından birisi kendisi olduğunu söylemeliyim. Ağır bir tempo ile giden şarkı ara ara solo önceleri hızlansa da genel olarak aynı havada devam ediyor. Tekrar tekrar söylemiş gibi oluyorum ama James’in sesinin hala taş gibi sağlam olduğunu bu şarkıyla yine görmüş oldum.

Murder One, Lemmy Kilmister’a itafen yapılmış bir şarkı. Introdan sonraki ana riff gerçekten akılda kalıcı olmuş. Kirk Hammett’in attığı solo içerisindeki shred kısmı sanki “Ride the Lightning”ten fırlamış gibi, “thrash metal” dinlediğinin sonuna kadar farkında olmanı sağlıyor. Robert‘in bas performansı albüm içerisinde genel olarak başarılı bulduğum gibi bu şarkıda da ayrıca bir hoşuma gitti. Lars’ın yaptığı ataklar ve ritimler ise şarkıya tam oturuyor.

Albümün sonuna geldiğimizde ise karşımıza Spit Out the Bone çıkıyor ve bir anda her şey değişiyor. Öyle bir davul performansıyla başlıyor ki şarkı, resmen ben nereye geldim durumunda şaşırıp kalıyorsunuz. Kullanılan riff sert, vokal sert, bas ve davul sert. Resmen adamlar albümü öyle bir bitirelim ki sonunda yorulup derin nefes alsınlar demiş. Robert Trujillo’nun bası ile Lars Ulrich’in davulu gerçekten çıtayı yüksekte tutuyor. Kirk’in bu şarkıdaki ara solosu ise kısa fakat sonrasında uzun süren bir davul atağından sonra patlamayı yapıyor. Kamyon gibi üzerimizden geçiyor ve davul ile iyice hırpalıyor. Buradan Lars’ı tebrik etmem gerek. Gerçekten bazen grup seviyesini aşağıya çektiğini düşünsem bile bu albümde öyle çılgınlıklar yapmış ki hayretler içerisinde kaldım.

Hardwired… to Self-Destruct, bana kalırsa reklam yönüyle de başarılı oldu. PR çalışmaları, tüm şarkıların kliplerinin 2 saat arayla YouTube’ta yayınlanması gibi unsurlar dinleyenleri mest etti. Zaten işin sahne ve şov yönünü çok iyi başaran grup, bu proje ile de başarıya ulaştı diyebilirim.

Son olarak toparlarken, ilk başta beklentilerimi baya aşağılara çektiğim için albümü, genel itibariyle başarılı buldum. Lars’ın davul performansı yukarılarda seyrediyor ve bu beni mutlu etti. Old school ile günümüz müzik dinamikleri arasında gidip gelen bir yapıda olmasına rağmen ilgimi çekti. Tüm yazıda da belirtmiş olduğum gibi, bu albümün “son tango” olduğunu düşündüğüm için ve buna rağmen hala taş gibi müzik yapabildiklerini gösterdikleri için çok mutluyum.

Keyifli dinlemeler.

Tags: , , ,

İlginizi Çekebilir

ALBÜM | Justice – “Woman”
The Black Heart Procession Nisan 2017’de Zorlu PSM’de!

Yazar

Bize Katıl!