Solange Masaya Oturup Yüzleşmeye Davet Ediyor: “A Seat At The Table”

Albüm İncelemeleriİnceleme

ÖN AÇIKLAMA

Flap Mag, “I am not just A magazine” mottosuyla Haziran ayından bu yana  yayın hayatını sürdürürken, Bir Baba Indie ailesi olarak uzun yıllardır heyecanlandığımız basılı mecrada yer alma fikrimizle birlikte, Flap Mag ile ortaklaşa içerik yayınlamaya başladık.

4. sayısı yayınlanan dergide, yazarlarımızdan Ilgaz Yalçınoğlu‘nun kaleme aldığı nefis Solange yazısını hem birbabaindie.com ve flapmag.com üzerinden dijital olarak, hem de basılı olarak başta derginin kalbi olan Tasarım Book Shop ve İstanbul’daki birçok mekandan temin edebilirsiniz.

Dergiyi temin edebileceğiniz bazı mecralar şöyle: Galata‘da İKSV Nero, Galatasaray Nero Cafe, Sushi Express, Ottoman Burger, Kafe Pi, Robinson Cruzoe, Ara Cafe vs. Karaköy‘de Muhit, Press, Dem, Nar Cafe vs. Zorlu Center‘da Zorlu Nero, Cantinery vs. Kadıköy‘de Muaf, Arkaoda, BantMag, Ayı, Zeplin vs. Yani özetle hemen hemen her yerden dergiyi temin edebilirsiniz. Dergiye başka nerelerden ulaşabiliriz diyorsanız birbabaindie@gmail.com ya da flap@tasarimgroup.com.tr adreslerine e-posta gönderebilirseniz yardımcı olabiliriz.

* * * 

Bazı albümler öyle bir güce sahip ki dinlerken irkiliyorum, ağlıyorum ve bazen tekrar dinlemeye dahi korkuyorum. Anlattıkları gerçeklikle insanın üzerinden kamyon gibi geçiyorlar ancak bunu yaparken müzikal güzellikleri insana mazoşist bir haz veriyor. Sufjan Stevens‘ın “Carrie & Lowell”i mesela… Bence sanatçının müzikal anlamda en iyi albümü ama dinlemek ne mümkün! Stevens’ın annesinin ölümünün ardından yapmış olduğu albümü en fazla üç defa dinleyebildim çünkü her dinleyişimde ağlamaktan içim dışıma çıktı. Blood Orange‘ın “Freetown Sound”u üzerine de yazmak istedim ama albümün hüznüyle başa çıkmaya çalışmak beni daha da hüzünlendirirdi.

Solange‘ın “A Seat At The Table”ından ise kaçmamaya kararlıyım çünkü fazlasıyla önemli bir albüm ve gerçek olduğu kadar cesaretlendiren de bir albüm. Ben bu yazıyı yazarken “A Seat At The Table” Billboard 200’de liste başı. Bu şekilde Solange ve kardeşi Beyoncé Billboard 200’de bir numara olmuş (hem de aynı yıl içerisinde) ilk kız kardeşler olarak tarihe geçiyorlar. “A Seat At The Table” Solange’e müzik piyasasında önemli bir yer kazandırdığı gibi, Beyoncé’nin “Lemonade”‘inin de başka bir ticari pop albümü ve dedikodu malzemesinden fazlası olduğunu hatırlatıyor. Bu iki albümle Knowles kardeşler, iki siyahi kadın olarak, Solange’ın “A Seat At The Table” çıkmadan önce yayınlanan ve günlük hayatta yaşadığı ırkçılığı dile getirdiği yazısında belirttiği gibi “We belong. We belong. We belong. We built this.” diyor.

Saint Heron adlı internet sitesinde yayınlanan bu yazıda Solange çoğunlukla beyaz dinleyicilerin katıldığı bir Kraftwerk konserinde yaşadığı saygısız (hakaret ve üzerine çer çöp atılmasını içeren) muameleden bahsediyor ve bu tür davranışların çoğunlukla beyazların bulunduğu ortamlarda kendisini ait hissetmemesine yol açtığını belirtiyor. Beyaz müzisyenler siyahların kültürünü hunharca kullanırken (ve siyah müziğin Amerika’nın en büyük kültür ihraçlarından olduğu düşünüldüğünde bu şekilde iyi para da kazanırlarken), siyahi bir müzisyen olarak hayranı olduğunuz beyaz bir grubun konserine rahatça katılamadığınızı düşünün! Bu yazıdan bahsediyor olmamın nedeni, yazıda bahsedilen deneyimlerin gerek yaşanan ayrımcılığı gerekse albümün ruhunu siyahi olmayan dinleyici için daha anlaşılır hale getirmesi. Albümde aynı işlevi Solange’ın annesi, babası ve “No Limits” plak şirketinin sahibi Master P ile yapılan söyleşilerden kesitler, yani “Interlude”lar, görüyor. Her ne kadar ilk başta bu “Interlude”lar dinleme akışını bozuyorlarmış hissi verse de, albüm onlarsız düşünülemez. Şarkıları mükemmel bir şekilde birbirlerine bağladıkları gibi (ki albüm gerek içeriksel gerek müzikal anlamda sarsılmaz bir bütünlüğe sahip), açık ifadeleriyle şarkıların oluşmasına sebep veren deneyim ve düşünceleri bize açık hale getiriyorlar ve ilginç bir şekilde bazı ifadeler şarkı sözü gibi aklınızda kalıyor. “Interlude: Tina Taught Me”de Solange’ın annesinin “It’s so much beauty in being Black” deyişi, insanın kafasında yankılanacak bir ahenk ve kesinliğe sahip. Kendinden yaşça büyük insanların deneyimlerine yer vererek bugün yaşananlarla geçmiş kuşakların yaşadıklarını birbirine bağlıyor Solange ve “Interlude: Dad Was Mad” ve “Mad”de olduğu gibi “sinirli ve bıkkınız çünkü yıllardır aynı kötü muameleyi yaşıyoruz” diyebiliyor.

Solange, ırkçılıkla ilgili güncel eleştirilerin tarihsel köklerine inebildiği gibi, siyah müzik geleneğini de modern bir şekilde devam ettirebilmiş. Bir gospel ve soul özelliği olarak vokallerin ön planda olduğu albümde, gerektiği kadar tutulmuş aranjeler bazen funk bazen jazz esintili ve her şarkı için karakteristikler. Fakat yine de retro denilemeyecek kadar elektronik öğelere de sahip modern bir soundu var albümün; yenilikçilikte çağdaşı R&B ve neo-soul albümlerinden geri kalmıyor.

Bu albüm için birçok başarılı müzisyen bir araya gelmiş ve Solange’ın liderliğinde ortaya harika tınlayan bir ekip işi çıkmış. Keskin, Solange’ın sesini ön plana çıkaran prodüksiyonda Raphael Saadiq‘ın etkisini fark etmek mümkün.  Albümde emeği geçen Questlove ve André 3000 gibi birçok usta isime rastlansa da, albümü esas oluşturan Solange’ın sanatçı vizyonu, diğer müzisyenler ise bu vizyonu belirgin hale getirebilmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar.

“A Seat At The Table”ın yapım aşamasından görüntüleri izlemek için:

Albümüm başrolünde tabii ki Solange’ın sesi var. Ağır eleştiri, öfke ya da üzüntü dile getirdiği yerlerde dahi Solange’ın sesi kontrollü kalıyor, yere sağlam basıyor. Şarkı sözlerinin içeriğinin anlaşılır olmasını tehlikeye atmayarak büyük hareketler yapmıyor, her zaman aşamalı ilerliyor. Şarkı sözlerindeki duygusal yatırımının büyüklüğü her zaman barizken, Solange’ın mesafeli ve sakin sesi, kendine güvenden kaynaklanan gücü hissedilir kılıyor.

Albümde, “bariz politik” ve “albümün bağlamında politik” olarak iki grup şarkıdan bahsedebiliriz. Albümün ilk klip çekilen şarkılarından “Don’t Touch My Hair” ilk kategoriye giriyor. Siyahi kadınların sıklıkla maruz kaldığı bir harekete tepkiyle, “siyahî bir kadın olarak bedenimde ve kimliğimde benden başka kimsenin hakkı yok”, demenin şarkı olmuş hali. “Weary” ise dünyadaki eşitsizliklerden bıkkınlığı belirtirken, dinleyiciyi de kendi durumunu sorgulamaya davet ediyor. Ancak Solange, tüm bitkinliğine rağmen, “I’m gonna look for my body” diyerek kendi kimliğine ve bedenine sahip çıkmaya da kararlı olduğunu belirtiyor. Dışarıda hissedilmeyen güveni kişinin kendisinde ve evin sınırları içinde bulabilmesinin ve bu şekilde hayata karşı güç kazanabilmenin önemi “Borderline (An Ode to Self Care)”in sakin tuşlularıyla belirtiliyor. “Where Do We Go” ise sömürgecilik sırasında evlerinden ayrılmak zorunda kalmış ve hala daha geldikleri ve benimsedikleri yerde ait hissettirilmeyen Afroamerikanların duygularına tercüman oluyor. Albümün diğer politik şarkıları “F.U.B.U” ve “Scales”  siyahi deneyimini betimleyerek yücelten ve kutlayan şarkılar olmalarıyla özeller.

Albümün diğer klipli şarkısı  “Cranes In The Sky” albümün üçüncü ve en büyüleyici şarkısı. Albümü ilk dinleyişimde ilk bu şarkının beni etkisi altına aldığını hatırlıyorum. Ruhsal acıyla başa çıkmayı en olduğu gibi ve güzel anlatan şarkılardan. Şarkı ilk başta kişisel ve apolitikmiş gibi dursa da albümün içinde düşünüldüğünde depresyon ve yalnızlık gibi olumsuz hislerin oluşmasında sosyal travmaların büyük etkisi olduğu fikrini oluşuyor. Solange’ın huzursuz ve yalnız zamanlarını anlayış ve şefkatle kabul edip, o anların güzelliğini takdir edebiliyor oluşu, gerek şarkının hafifliği ve yumuşaklığından gerekse şarkının klibindeki yalnız ama güzel görüntülerden anlaşılıyor.

“Don’t You Wait” karanlık ve ritmik yapısı ön planda bir şarkı. Şarkıdaki açık eleştiri, ilk ikinci kıtada kendini gösteriyor. Önceki albümü “True” çıktığı zamanlar Solange’ın beyaz dinleyicisini sinirlendirerek “kendisini besleyen eli ısırdığını” iddia eden müzik eleştirmeni, bu şarkıda “ben seni besleyen ülkeyi yaratmak istememiştim” cevabını alıyor (Bu bilgi Solange’ın albüm üzerine etraflıca konuştuğu şu söyleşiden alınmıştır). Ayrıca R&B müziğin popüler (Yani beyaz dinleyici tarafından da sevilen) olabilmesi sadece aşkla ilgili olması ve ciddi, derin konulara değinmemesi gerektiği görüşüne inat, albümde hiçbir aşk şarkısı olmadığının da altını çizmek isterim. İsmini funk müzisyeni Walter “Junie” Morrison’dan alan, albümün en oynak şarkısı “Junie” harika bir funk numarası. Siyahların kültürünün ve emeğinin üzerine konan beyazlarla ilgili eleştiriyse şarkının sonunda karşımıza çıkıyor.

Solange “A Seat At The Table”da Amerika’da yaşayan siyahi bir kadın olarak bizi onurlandırıp masasında bir sandalye sunuyor ve bizimle deneyimlerini paylaşıyor. “A Seat At The Table” sistem tarafından ayrımcılığa uğradığını düşünen herkesin ortak noktalar bulabileceği bir albüm olsa da, albümün siyahi bir kadın tarafından siyahi kadınlar* için yapılmış olduğunu unutmamak gerekir. “A Seat At The Table”la görüyoruz ki, “Black Lives Matter” hareketi ve çevresinde oluşan müzik eserleri ilham vermeye ve müziğin toplumsal ve politik güce sahip olduğunu hatırlatmaya devam ediyor.

Tags: , , ,

İlginizi Çekebilir

Sahalarda Görmek İstediğimiz Hareketler: “Country For Syria”
El Topo’dan Yeni EP: “Ye’cüc Me’cüc”

Yazar

BBI Yerli: Rana Türkyılmaz & Kırık Pena

Bize Katıl!