Golden Horn’u keşfetmek: “Yeşilin ve Uyanışın şarkıları”

İncelemeSanatçı İncelemeleri

Yaş kemale doğru, görece bir hızlı bir yavaş ererken dönüp geçmişi sorgulama, kendini hırpalama, yaraları sarıp sarmalama, varoluşun dizine yatıp uyuma evrelerini birer birer atlarken ben, yeni olana karşı bir antipati geliştirdiğimi de fark ediyorum. Bunu en çok mevcudiyetimin çok önemli bir parçası saydığım müziğe karşı yapıyorum. Bir zamanlar hevesle aradığım bulduğum yeni sesler heyecanlandırmıyor artık beni, yeni çıkmış kitapları satın alıp kütüphane rafında eskimeye bırakmak huyum da bu sıralara rastlıyor zaten. Yaklaşık bir ay boyunca Kings of Convenience’ın Riot On A Empty Street albümünden başka hiçbir şey dinlemiyorum mesela. Tanrım ufak ufak geçmişe gömülüyorum.

Bu yılın temmuz ayında çok da bir mazimiz olmayan bir arkadaşımla spontan bir tatile çıkıyoruz sonra, arabaya bindiğimizde tam olarak nereye gideceğimizi, nerede kalacağımızı bilmiyoruz. Yol bizi götürürken torpido gözünden eski cd’leri çıkarıp yıllanmış şarkıları dinliyoruz. Yol bizi ülkenin en ucuna götürüyor, kıyısından düşmesek bari diyoruz. Gökçeada’dayız.

Hayatımda ilk kez çadırda konaklıyorum, ölmeden önce yapılması gerekenler listeme mi başlıyorum acaba diyorum. Kimin ne zaman öleceğini kim bilebilir? Öyle bir mekâna denk geliyoruz ki biri İstanbul’dan kaçıp adaya gelmiş, biri İstanbul’a hayatta gitmem diyen iki genç ruh bildiğim ve bazen bilmediğim güzel müziklerle o çadıra, o denize, o her sabah ayağımın altına serilen yemyeşil çimlere bağlanmamı sağlıyor. Hafızam bir gidip bir geliyor. Bu çalan kim diyorum sürekli, cevabı aslında çoğunlukla biliyorum. Sonra bilmediğim bir gruptan şevkle bahsediyorlar. Eve dönünce dinlerim onu da diyorum. Dinlemeyeceğimi biliyorum.

Yeniden dört duvar arasında uyanalı 23 gün olmuşken neydi o grubun adı diye soruyorum kendime, neyse ki not almışım bir yerlere, birkaç yeni isimle birlikte. Youtube’da arayıp canlı kayıtlarını buluyorum. Ekran yeşilliğe boyanıyor ve arkada kuş sesleri… Kendimi yeniden çadırda uyanmış, çıplak ayakla çimlere basmış buluyorum.

BANA YENİDEN ŞARKILAR DİNLETEN ADAM*

GO BACK

Bu sesi nereden biliyorum diyorum kendime şarkıyı duyduğum anda. Hiç bilmediğim bu adamlar bildiğim ve çok aşina olduğum tüm sesleri içinde barındırıyor. Hem çok yeni hem yıllardır tanıyormuşum gibi. Kafamda dolanıyor: “Sometimes it’s hard to go back”. Ben epeydir zor olanı başarıyorum, o okyanusta yüzüyorum.

ARPEGGIO

Ormanın kenarına sinmiş bu güzel sesleri dinlerken aynı anda soruyorum burası neresi ve bu adamlar kimler? Yeni yüzyıl Tanrısı Google neyse ki bir tık uzağımda, ama yardım etmiyor bana, haklarında çok az bilgiye ulaşıyorum. İki yıl önce buralardalarmış, şimdi başka ülkelerde güzel müzikler yapmaya çalışıyorlarmış. Yorumlardan öğrendiğim klibe ev sahipliği yapan yer, Kerpe’de bir çiftlikmiş. Orayı bir gün bulup çimlerine basacağım. Bu kez yetişememenin hüznüyle baş başa kalıyorum. “You heard the voice down there/Keeps resounding in your skull”

LET ME FIND YOU

Üzerimdeki ölü toprağını silkeliyorum, bu çağrıya kulak veriyorum. Geçmiş hiçbir zaman geçmeyecek biliyorum. Keşfedilecek ne çok şey var daha. “I know there’s someone/Who waits for me/Please let me find you.”

HOPEFUL SCREAMING

Sanırım en çok bu şarkıyı seviyorum, çünkü hayatımın ilk çığlığını insansız ada sahilinde araba camında saçlarım uçuşurken attığımı anımsayıp gülüyorum, şehirde ümitvar çığlıklar atılmıyor çünkü.

Belli ki bir ayrılık şarkısına tam o anda olur olmaz anlamlar yüklüyorum. “Our mystery is just mythical”

AMBITIOUS  FLAME

Hikâyemi buraya kadar okuduysanız eğer Golden Horn’un mistik dünyasına salınmışsınızdır diye tahmin ediyorum. Şarkıların hikâyeleri hala sürüyor içimde, belki bu yüzden tam olarak ne hissettiğimi kâğıda dökemiyorum. Çünkü uzun zaman sonra yeni olanın eskimemesi arzusunu duyuyorum, müziğin iyileştirici gücüne kendimi tümüyle bırakıyorum.

GOODBYE RAIN

Şehrin üzerime çöreklenen gri tonu arasında, kendimi Murakami’nin roman kahramanı gibi bir kuyunun karanlığında oturmuş hissediyordum, şimdiyse güneşe çıplak gözle bakmaya çalışmanın aslında nasıl güzel bir his olduğunu hatırlıyorum. Yavaş şehrin (cittaslow), üzerimdeki kiri pası nasıl da usulca silkelediğine şahit oluyorum. Evime döndüğümde hissettiğim mutsuzluk aslında ait olduğumuz hayatları nasıl da kaçırdığımızı kendi gözlerimle görmekten kaynaklanıyor. Şimdiyse buralardan kaçmak yerine ait olduğum yeri aramam gerektiğini biliyorum. “This is the time to fade away/ This is the time to go my own way”

THE ROADS

Yeniden önümde uzanan yolda, henüz tanıştığım ama her birini kendimden saydığım dostların güzel sesleri arasında olmanın güvenini duyuyorum. Ve tüm bunları bana yeniden hatırlattığı için Golden Horn’u kalbimin en müstesna köşesinde tutuyorum, yıllanmak ve fakat asla eskiyip yok olmamak, her yağmurda göğe bakıp mırıldanmak üzere.

THE MAN*

“I’m the fuss each time waking in another tunnel
Feeling blind until I find the exit light
Time is ticking in my head for what matter
I’m the man who is shot by the rain”

Çilem ULUN

Tags: , , , , ,

İlginizi Çekebilir

Two Door Cinema Club’tan “Bad Decisions”a yeni video geldi!
Green Day’den Yeni Video Klip: “Bang Bang”

Yazar

BBI Yerli: Rana Türkyılmaz & Kırık Pena

Bize Katıl!